OSMAN ÖZTUNÇ VE MUHAMMET FATİH GÜMÜŞ
28 Ekim 2007 Pazar
OSMAN ÖZTUNÇ
Gönderen ATABEK zaman: 03:58 1 yorum
Etiketler: OSMAN ÖZTUNÇ VE MUHAMMET FATİH GÜMÜŞ
25 Ekim 2007 Perşembe
Ziya GÖKALP'ı Anıyoruz
Ziya Gökalp düşünceleriyle, eseleriyle Türk Tarihine damgasını vurmuştur. Ziya Gökalp Cumhuriyet kurulmadan önce yazdığı makalelerinde ve şiirlerinde milliyetçilik, halkçılık, laiklik, eğitim birliği gibi bugün bile öneminden hiçbir şey kaybetmeyen ilkeleri savunmuştur. Bu bağlamda Türkçülük düşüncesini sistemli bir biçimde ideoloji haline getirmiştir. Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876'da Diyarbakır'da doğdu. II. Meşrutiyet'ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır. Öğrenimine Diyarbakır'da başlayan Ziya Gökalp, aynı şehirde Askeri Rüştiye'yi (1890) ve Askeri İdadi'yi bitirdi (1894). II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Ziya Gökalp'ın kurduğu gizli cemiyetin yerini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi aldı. Partinin Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlerinin denetimiyle görevlendirilen Ziya Gökalp, bu dönemde Diyarbakır ve Peyman gazetelerine yazıyordu. 1909'da partinin Selanik'teki kongresine il temsilcisi olarak katıldı. Bir yıl İstanbul Darülfünunda psikoloji okuttuktan ve Diyarbakır maarif müfettişliği yaptıktan sonra, yeniden Selanik'e gitti. Katıldığı parti kongresinden sonra genel merkez üyeliğine seçildi. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla Türkçülük ve dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Gökalp, milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleriyle çevresini geniş ölçüde etkiliyordu. İttihat ve Terakki Genel Merkezi İstanbul'a taşınınca (1912), Gökalp da İstanbul'a yerleşti. O yıl Ergani'den milletvekili seçildi. Türk Ocağı çevresindeki çalışmaları, Türk Yurdu ve kendi çıkardığı Yeni Mecmua (1917) gibi dergilerdeki yazıları, Türkçülük akımının ilkelerini saptayan ve çağdaş uygarlık karşısında yerli bir senteze varılmasını şart koşan önerileri (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1918), Darülfünun'da okuttuğu toplumbilim dersleri, İttihat ve Terakki'nin yönetici kadrosu üzerindeki etkisiyle Ziya Gökalp, Mütarekeye (1919) kadar uzanan dönemin düşünce ve siyaset hayatına yön veren etkenlerin başında yer aldı. İstanbul'un işgali üzerine tutuklanarak iki yıl Malta'da sürgün kaldı (1919-1921). Döndükten sonra, Tercüme Heyeti başkanlığına getirileceği tarihe (1923) kadar Diyarbakır'da kaldı ve küçük Mecmuayı yayımladı. 1923'te Diyarbakır'dan milletvekili seçildi. Hâkimiyeti Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde makaleleri çıkıyordu. Altın ışık (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923) gibi kitapları birbirini izliyordu. Cumhuriyet Halk Partisinin programını inceleyen ve yorumunu yapan Doğru Yol (1923) adlı incelemesini de yine bu dönemde kaleme aldı. O sıralar yazdığı Türk Medeniyet Tarihi ise ölümünden sonra yayımlandı (1926). Yine ölümünden sonra çeşitli gazete ve dergilerde çıkmış yazılarıyla mektupları çeşitli kitaplarda derlendi. Çınaraltı (1939), Fırka Nedir? (1947), Ziya Gökalp Diyor ki (1950). Ziya Gökalp'ın neşredilmemiş yedi eseri ve aile mektupları (1956), Ziya Gökalp'ın Yazarlık Hayatı (1956), Ziya Gökalp Külliyatı (1. Kitap şiirler ve halk masalları;1952, 2. kitap Limni ve Malta Mektupları;1965), Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (1973). 1924'te İstanbul'da öldü. Ziya Gökalp'in fikirleri dün olduğu gibi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bugünlerde de yolumuza ışık tutacaktır. Bu bağlamda Gökalp'in bir şiirini hatırlatmayı manidar buluyoruz: Sorma bana oymağımı, Boy'umu… Beş bin yıldır millet gibi yaşarım, Deme bana, Oğuz Kayı, Osmanlı… Türk'üm, bu ad her unvandan üstündür… Ömrünü Türk Milliyetçiliği hareketine veren Ziya Gökalp'i vefatının 83. yıldönümünde yeniden rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun
Gönderen ATABEK zaman: 08:12 0 yorum
Etiketler: ziya gökalp
KAPATIN ARTIK ŞU ŞER YUVASINI..
ÇOCUKLARIMIZ ŞEHİT EDİLDİ... KOÇ YİĞİTLER K. IRAK'TA EŞKIYA PEŞİNDE... BARZANİ EŞKIYASI VE ONUN ÇETESİ İSE HER FIRSATTA TÜRK'E VE ŞEHİTLERİMİZE HAKARET EDİYOR... HÜKÜMET, BARZANİ'Yİ MUHATAP ALMAYACAĞINI İLAN EDİYOR... DAHA DÜN AYNI MASADA OTURDUĞU BARZANİ KÖPEĞİNİ BUGÜN KINIYOR... HÜKÜMETİN DOĞRU YOLA GELMESİ SEVİNDİRİCİ... FAKAT ÇOCUKLARIMIZ ŞEHİT EDİLMEDEN UYARILARI DİKKATE ALMALIYDI... KENDİSİNE BU UYARILARI YAPANLARI "MARJİNAL GRUPLAR", "AJİTATÖRLER" DİYE SUÇLAYACAĞINA BİR NEBZE OLSUN DİNLESEYDİ BUGÜNKÜ ACI FATURAYI ÖDEMEYEBİLİRDİK... TÜM BUNLARA RAĞMEN HÂLÂ... HÜKÜMET TÜRK DEVLETİNİ AŞAĞILAYAN, TERÖRE HAMİLİK YAPAN BARZANİ'YE HERHANGİ BİR YAPTIRIM UYGULAMAMAKTADIR... TÜM BUNLARA RAĞMEN HÂLÂ... EŞKIYA BARZANİ'NİN BÜROSU ANKARA'NIN GÖBEĞİNDE FAALİYET GÖSTERMEKTEDİR... AVRUPA'DAKİ PKK BÜROLARINA TEPKİ GÖSTEREN TÜRKİYE'NİN GÖBEĞİNDE BARZANİ EŞKIYASININ BÜROSU FAALİYET GÖSTERİYOR... BU NASIL BİR AYMAZLIKTIR... ELEKTRİĞİNİ VERDİĞİMİZ... HABUR'DAN HARAÇ KESMESİNE GÖZ YUMDUĞUMUZ KÖPEK PAÇAMIZA DALMAKTADIR... VE TÜM BUNLARI GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE PLANLAYABİLMEKTEDİR... ARTIK YETER!... ÇETECİ BARZANİ'NİN BÜROSUNU TÜRKİYE'DE İSTEMİYORUZ!... TÜRKİYE'Yİ DİNLEYİN, TÜRK DEVLETİNİN ŞEREFİNE DİL UZATAN BU KÖPEĞİ DURDURAMIYORSANIZ... BARİ BURNUMUZUN DİBİNDEKİ ŞER YUVASINI KAPATIN...
24 Ekim 2007 Çarşamba
Kürt Yahudisi Mesut Barzani
ON Yedinci Yüzyıl başlarında İran’da çok ünlü bir Yahudi kadın yaşıyordu. Adı Asenath Barazani idi.Babası haham olan Asenath, Yahudi din ilimlerini tahsil etmiş ve Yahudi bilgini olmuştu.Yahudiler, içinde yaşadıkları topluma uyum sağlamak için, isim veya unvanlarında zaman zaman ufak tefek değişiklikler yaparlar.Yahudi Asenath Barazani’nin soyundan gelenler de “Barzan” unvanı aldı ve Kürtleşerek İslam dinine geçtiler.Bu yetmedi, Nakşibendi tarikatına da girdiler.Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin başkanı Mesut Barzani, işte bu Barzan Aşireti’ne mensup bir Yahudi dönmesidir.Tıpkı bir suikasta kurban giden gazeteci Musa Anter gibi...Genelkurmay arşivlerinden yararlanarak “Soykırıma Uğrayan Türkler” adlı kitap yazan tarih araştırmacısı Gökhan Balcı da, Barzan aşiretinin kökünün Kürtler’e dayanmadığını ve bununla ilgili geniş bir araştırmayı önümüzdeki aylarda yayınlayacağını söylüyor.Gökhan Balcı, ayrıca Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani ve amcası Barzan Şeyhi Abdüsselam’ın Ruslar’ın desteği ile Ermeni çetelerini Türkler’e karşı kışkırttığını anlatarak, “Molla Mustafa Barzani, babası, ağabeyi yıllarca Türkler’i düşman olarak görüp, aldıkları yabancı desteklerle tam anlamıyla bir soykırım yapmışlar. Genelkurmay ve devlet arşivlerinde yer alan belgelerde Barzaniler’in, Ermeniler’i ve Ruslar’ı kullandığı açıkça belirtiliyor” diyor.Dünün baldırı çıplağı1960’lI yıllarda Türkiye’de “Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi” (T-KDP) adında illegal bir parti vardı.Molla Mustafa Barzani’nin etki ve desteği ile gelişen bu parti sayesinde Türkiye’deki Kürtler’in bir kısmında Barzani sempatizanlığı başlamıştı.PKK’nın ortaya çıkmasından sonra popülaritesini yitiren Barzani sempatizanlığı, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılından itibaren tekrar başladı.Mesut Barzani’nin Nakşibendi olduğunu ve Nakşiliğin Güneydoğu’da sürekli yaygınlaştığını da unutmayalım.Barzani, o tarihten başlayarak, Türkiye’ye karşı küstahça açıklamalarının da dozunu giderek artırdı.Oysa 1980’li ve 90’lı yıllarca cebinde Türk pasaportu taşımış ve Türkiye sayesinde adam yerine konulmuştu.Barzani, bu süreçte rüşvetle, uyuşturucu kaçakçılığı ve Türkiye üzerinden yaptığı ticaretle, bölgenin en zengin kişilerinden biri oldu.Oy ve iktidar hırsı mı?TÜRKİYE’DEKİ Barzanici Kürtler’in büyük bölümü AKP’ye oy veriyor. PKK yandaşı Kürtler’in oy verdiği tek parti ise, DTP...AKP iktidarı, Türkiye’nin Kuzey Irak’a verdiği elektriği neden kesemiyor? Barzani’nin soluklandığı tek yer alan Habur sınır kapısını neden kapatamıyor? Kuzey Irak’taki bölgesel yönetime neden ekonomik ambargo uygulayamıyor?Geçen Pazar günü yapılan referandumda, Güneydoğu’daki illerimizde verilen “Evet” oylarının yüksekliği, bu soruya açık bir cevap niteliği taşımıyor mu?Vatanın elden gitmesine seyirci kalabilecek kadar mı oy ve iktidar hırsına kapıldık da, bir Yahudi dönmesinin hakaretlerini sineye çekebiliyoruz?
23 Ekim 2007 Salı
Milli İradenin Kararlılığı
Ülkemiz son dönemlerde şiddetini artıran ve eylemlerini açık katliamlarla yüce milletimizin varlığına yönelik meydan okumalara dönüştüren eli kanlı eşkıyaların lanetlenesi saldırılarının ardından iyice sarsılmış bir vaziyettedir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana gerek uluslar arası düzeyde gerekse ülke sathında, milletimizin varlığını hedef alan bir kuşatmanın ciddi bir tehdide dönüştüğü gerçeği 2002'den bu yana yaşanan acıların ve tecrübelerin ışığında anlaşılmaktadır. Mübarek bir ayın kutsiyetinde bir gün içinde tam 15 can, 15 Mehmet, 15 kardeş ve 15 oğul, bu topraklar için en imrenilesi mertebeye varmışlar, 15 kahramanımızın acıları daha yüreklerimizden silinmeden kahpe bir pusuda 12 canımız daha yitmiştir. Dağlıca'da yaşanan son çatışmalarda Hakk'a yürüyen 12 şehidimizin yanında devlet makamlarınca kayboldukları ifade edilen ve teröristlerin elinde bulunduğu iddia edilen 8 yiğidimizin akıbeti ise bizleri en derin kaygılara sevk etmektedir.
Milletin mevcudiyetine yönelen tehditleri bertaraf uğruna, toprağa düşenlerin ardından; yaşlı gözler, yanmış gönüller, beddualar, ağıtlar ve bizlerinde tereddütsüz katıldığı helallikler bırakılmış ve ruhları Türk milletinin sinesinden kutsal makamlarına doğru yükselmiştir. Bu manzarada Türk milletinin isteği, ciğerleri yırtan çığlıklarda yeniden ses bulmuş, iktidarın milli hassasiyetlerimize sağırlığına inat semayı kaplamıştır. Türk milleti, kanına göz dikenlerin, canını 20'sinde şehit edenlerin artık bu gök kubbe altında nefes almasına tahammül edememektedir. Türk milleti, evladına namlu doğrultup tetiğe yeltenen kuklalardan ve bu kuklaların iplerini ellerinde tutanlardan hesap sorulmasını istemektedir.
Türk milleti, tarihinin her anında yürek yakan acılara rağmen kaybettiği canların hesabını muhteşem zaferlerle sormayı bilmiş bir millettir. Türk milleti; vatan uğruna, millet uğruna dökülen kanın hesabını sormayı en büyük vazife bilip, tarih sayfalarına düşmanlarını bugün bile kıskandıran ve bir o kadarda çekindiren eşsiz müesseseleriyle zaferlerini pekiştirmeyi başarabilmiş bir millettir. Türk milleti; acıları karşısında sabrını kuşanıp, vaat edilen hesap gününü şevkle beklemeyi erdem saymış bir millettir. Türk milletinin fıtratından kök bulan bu tavır ve kararlılık, milletimizin Altay'daki çocukluk günlerinden cumhuriyetimizi kurduğumuz olgunluk çağlarına ve o noktadan bugüne uzanan tarihi çizgide yaşadığı bir hakikatse de, Türk milletinin bu yüksek hususiyetlerinin devlet idaresini bilmeyenlerin iktidarları işgal edip, millet başı sıfatıyla anıldıkları dönemlerde yıpranmış olduğu gün gibi aşikârdır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye'yi yönetenlerinin gafletleriyle hayata geçirdikleri politikaların eseridir.
2002 yılından bugüne AKP iktidarının milletimizin başında "hükümet etme" kuvvetini elde ettiği son beş seneden bu tarafa, devletimizin ve devletimizin varlık sebebi milletimizin mevcudiyet ve bütünlüğüne yönelik kaygılar her geçen gün daha da artmış, 2002'de nerdeyse etkisiz hale getirilmiş olan terör örgütü yeniden canlanmıştır. Türk milletinin 1923'ten bu yana büyük bedellerle kurmuş olduğu içerideki ve dışarıdaki güvenlik hatları, bir başka deyişle "kırmızı çizgileri" bertaraf edilmiştir. Yarının tarih sayfalarında bir ihanetin ilk göstergeleri olarak okuyacağımız bu gelişmelerle terör; her geçen gün artan şiddetiyle dağlarımıza, şehirlerimize; kan, ölüm ve gözyaşı olarak akarken, milletimize, sorulacak hesap hakkı dahi verilmemiştir. Zira sorulacak hesaplar için olmazsa olmaz siyasi irade asla var olmamıştır.
Peki, neden bugüne kadar bu siyasi irade ortaya konulamamıştır? Neden başta bugün ülkemizin başbakanlık makamını işgal eden şahıs olmak üzere sorumluluk sahipleri, millet önünde hesap vermek yerine susmayı ve suni tartışmalar arasında acımızı geçiştirmeyi tercih etmişlerdir? Neden Tük milletinin varlığına yönelen bu tehditlerin nasıl bertaraf edileceği tartışılması gerekirken, kurgulanmış art niyetli Anayasa tartışmalarının, 'Türkiye Malezya olur mu' sorusu çerçevesindeki entelektüel tatminlerden öteye gitmeyen köksüz polemiklerin üretilmesine göz yumularak bizlere vakit kaybettirilmiştir?
5 yıl boyunca boş hayaller ve iktidar hırsı uğruna ülkemiz sathında bilinçli saptırmalarla, toplumsal kamplaşmalar yaratma peşinde harcanan vakitler, bugüne kadar vatan uğruna ödenmiş mukaddes bedellere, daha büyük ve daha ağır bedeller eklenmesine yol açmamış mıdır? Tüm bunlar bir yana, AKP iktidarının ikinci döneme uzanan iktidarı süresinde teröristlerle mücadele etmedeki zafiyetinin altında yatan neden nedir?
Tüm bu soruların cevabı bugünkü iktidar zihniyetinin temsil edildiği siyasi partinin, AKP'nin varlık nedeninde saklıdır. AKP'yi kurdurarak, dolaylı müdahaleler ve manipülasyonlarla ülkemizde bu siyasi hareketin önünü açanların iradesi ve özellikle milletimizin geleceğine yönelik arzularının ne olduğu, tüm hür düşünenlerin nazarında açıktır. Irak'a müdahaleden bu yana eskimiş, küf tutmuş kin defterlerini açıp, Sevr'in post modern halini Kuzey Irak'tan başlayarak, tüm Anadoluya yaymak bu odakların arzusudur. Bu arzunun hayata geçirilmesinde ise AKP zihniyetine düşen vazife şudur: Özelde İslam âlemine "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" ile yönelen, genelde ise tüm Doğu âleminin varlığını hedef alan Batı taarruzu karşısında bir manevi ajan olarak Batı'ya hizmet etmek ve bu çatışmanın ön cephesini Türkiye'de inşa etmek. Bu taşeron zihniyetin iktidarı elde edişi neticesinde 'demokrasi, insan hakları ve özgürlükler' kılıfı altında milli devletimizi tasfiye edici girişimler dışarıdan kimilerinin sömürge valisi, kimilerininse işgal komiseri havasında çeşitli ağızlardan verdikleri buyruklar aracılığıyla reform adı altında bu aciz zihniyet tarafından hayata geçirilmiştir.
AKP'nin bu vazife doğrultusunda yaptığı icraatların nihayetinde, uluslararası dayatmalara ve baskılara boyun eğerek köşeye sıkıştırılmış ve taviz vermeye mecbur bir dış politika anlayışı ortaya koymuştur. Milli birliğimizin korunması namına ise yine aynı güruh tarafından bölücü hareketin sivilleşmesine ve meclisimize kadar girmesine göz yumulmuş, ülkemizde alt kimlik tartışmalarını yaratarak etnik kamplaşmaların ve çatışmaların zemininin kuvvetlenmesine prim verilmiştir. Milli güvenlik alanında ise terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerimizin mücadeledeki azmini ve cesaretini kıran bir davranış biçimi bu zihniyet tarafından değişmez bir politika olarak geliştirilmiştir.
Yine aynı alanda güvenlik kuvvetlerimizin AKP'nin bu konudaki gafletini ve aczini işaret ettiği hallerde meseleyi cumhurun iradesine, demokrasi ve rejim tartışmalara sürükleyen bir tavrı hiç çekinmeden takındığı görülmektedir. Tüm bunları bilinçli bir plan dâhilinde yürüttüğünden şüphe etmediğimiz iktidar, halk sathında ise istismarın, aldatmanın ve oyalamanın milletin gönlünü okşayıcı yalanlar ve göstermelik girişimlerle nasıl yapılacağını ortaya koymuştur.
Terörle mücadele konusunda ise hükümetin planı, birilerinin devletleşme oluşumuna sınır aşan bir güç vermek niyetiyle vakit kazandırmaktan ibarettir. Biraz hafızalar zorlandığında Başbakan'ın ağzından, ki bu ağızdan bebek katillerine sayınlar çıkmıştır, 'sabrımız taştı' ifadesinin pek sıkça sarf edilerek muhatapları üzerindeki etkisini kaybeden bir hal aldığı hatırlanacaktır. Yakın gelişmeler tekrar göz önünde tutulduğunda; Türkiye, Irak ve ABD arasında kurulan üçlü mekanizmayla terörle sözde mücadele girişiminin ve ardından Irak ile yapılan ikili görüşmelerle yakın bir zamanda imzalanan içi boş dışı makyajlı anlaşmaların bize nasıl vakit kaybettirdiği ve kaç cana mal olduğu yine benzer bir biçimde kavranacaktır.
Tüm bu gelişmelere, tüm bu acı kayıplara karşın yukarıda bahsedilen tutumun MHP'nin önderliğini yaptığı toplumsal baskının neticesinde AKP'nin çıkarmak durumunda kaldığı tezkerenin sonrasında yaşanan sarsıcı gelişmelere rağmen iktidar ve bu makamı işgal eden zihniyetin siyasi partisi mensuplarınca sürdürüldüğü görülmektedir.
Diplomatik girişimlerin ve barışçıl (?) çözüm arayışlarının uluslararası bakımdan sonuç alınamadığının açıkça anlaşıldığı bir anda, Türk ordusuna sınır ötesi müdahale onayının iktidar tarafından bir türlü verilmemesini mevcut şartlar altında, bir iyi niyet ya da yüksek ahlaklı bir siyaset anlayışının eseri olarak görmek mümkün değildir. İktidar var oluş sebebi doğrultusunda hala milletimize ve ordumuza vakit kaybettirmekte, Türk milletinin hesabının barutla mermiyle eşkıyanın başına inmesinden, uluslararası güçlerden çekinmesi nedeniyle müsaade edememektedir.
Süleymaniye'de özel kuvvetlerimizin başına çuval geçirilmesinden bu yana AKP iktidarının ABD'ye karşı teslimiyetçi ve aciz politikaları 27 şehidin ardında sürmüştür. AKP meşrebi sebebiyle hala ilham ve emir alacağı kaynağı milletin sesi yerine Amerika'nın sesi olarak bilmeye devam etmektedir. Barzani ve Talabani'ye uyguladıkları politikalarla bugünkü cesareti aşılayan iktidarın önderleri bugün bu isimleri muhatap kabul etmeyiz deseler de, bu manzara ve peşmerge çetesi reisinden bozma muhataplar onların en yüksek eseri olmuşlardır.
Ülkücü Hareket, terörle mücadelenin vardığı bu noktaya gelinmeden önce başta hareketimizin lideri ve MHP Genel Başkanı sayın Dr. Devlet Bahçeli olmak üzere tüm kurumsal varlıklarıyla çıkış yolunu hem gaflet içindeki iktidara hem de Türk milletine göstermiş, meselenin yalnızca Türkiye'nin içindeki hainleri bertaraf etme meselesinden ibaret olmadığını, Kuzey Irak'taki bataklığı kurutmanın öncelikli bir mesele olduğunu ifade etmiştir.
Türk ordusunun önündeki siyasi engelin kaldırılarak Kuzey Irak'a girmesi yönündeki taleplerimize hamasi yaklaşımlar olarak göstermeye çalışanlar bugün bu yolun doğru olduğunu idrak etmişseler de bunun bedeli ağır olmuştur. Türkiye'nin bu konuda uluslar arası hukuktan kaynaklanan 'meşru müdafaa' ve 'var olma' haklarını kullanarak bu bölgeye operasyonun pazarlıksız, beklentisiz ve ivedilikle yapılması, kangrenleşen bu sorunun çözümündeki en kuvvetli yoldur.
İşte bugün bu vaziyet karşısında bizlere ve Türk milletine düşen görev, milli birliğimizi her türlü acı tahrikler karşısında ortaya koyarak, düşmanlarımıza ve düşmanımız yanında saf tutan tüm unsurlara karşı gerçek gücümüzü göstermektir.
Milli İradenin Kararlılığı
Ülkemiz son dönemlerde şiddetini artıran ve eylemlerini açık katliamlarla yüce milletimizin varlığına yönelik meydan okumalara dönüştüren eli kanlı eşkıyaların lanetlenesi saldırılarının ardından iyice sarsılmış bir vaziyettedir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana gerek uluslar arası düzeyde gerekse ülke sathında, milletimizin varlığını hedef alan bir kuşatmanın ciddi bir tehdide dönüştüğü gerçeği 2002'den bu yana yaşanan acıların ve tecrübelerin ışığında anlaşılmaktadır. Mübarek bir ayın kutsiyetinde bir gün içinde tam 15 can, 15 Mehmet, 15 kardeş ve 15 oğul, bu topraklar için en imrenilesi mertebeye varmışlar, 15 kahramanımızın acıları daha yüreklerimizden silinmeden kahpe bir pusuda 12 canımız daha yitmiştir. Dağlıca'da yaşanan son çatışmalarda Hakk'a yürüyen 12 şehidimizin yanında devlet makamlarınca kayboldukları ifade edilen ve teröristlerin elinde bulunduğu iddia edilen 8 yiğidimizin akıbeti ise bizleri en derin kaygılara sevk etmektedir.
Milletin mevcudiyetine yönelen tehditleri bertaraf uğruna, toprağa düşenlerin ardından; yaşlı gözler, yanmış gönüller, beddualar, ağıtlar ve bizlerinde tereddütsüz katıldığı helallikler bırakılmış ve ruhları Türk milletinin sinesinden kutsal makamlarına doğru yükselmiştir. Bu manzarada Türk milletinin isteği, ciğerleri yırtan çığlıklarda yeniden ses bulmuş, iktidarın milli hassasiyetlerimize sağırlığına inat semayı kaplamıştır. Türk milleti, kanına göz dikenlerin, canını 20'sinde şehit edenlerin artık bu gök kubbe altında nefes almasına tahammül edememektedir. Türk milleti, evladına namlu doğrultup tetiğe yeltenen kuklalardan ve bu kuklaların iplerini ellerinde tutanlardan hesap sorulmasını istemektedir.
Türk milleti, tarihinin her anında yürek yakan acılara rağmen kaybettiği canların hesabını muhteşem zaferlerle sormayı bilmiş bir millettir. Türk milleti; vatan uğruna, millet uğruna dökülen kanın hesabını sormayı en büyük vazife bilip, tarih sayfalarına düşmanlarını bugün bile kıskandıran ve bir o kadarda çekindiren eşsiz müesseseleriyle zaferlerini pekiştirmeyi başarabilmiş bir millettir. Türk milleti; acıları karşısında sabrını kuşanıp, vaat edilen hesap gününü şevkle beklemeyi erdem saymış bir millettir. Türk milletinin fıtratından kök bulan bu tavır ve kararlılık, milletimizin Altay'daki çocukluk günlerinden cumhuriyetimizi kurduğumuz olgunluk çağlarına ve o noktadan bugüne uzanan tarihi çizgide yaşadığı bir hakikatse de, Türk milletinin bu yüksek hususiyetlerinin devlet idaresini bilmeyenlerin iktidarları işgal edip, millet başı sıfatıyla anıldıkları dönemlerde yıpranmış olduğu gün gibi aşikârdır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye'yi yönetenlerinin gafletleriyle hayata geçirdikleri politikaların eseridir.
2002 yılından bugüne AKP iktidarının milletimizin başında "hükümet etme" kuvvetini elde ettiği son beş seneden bu tarafa, devletimizin ve devletimizin varlık sebebi milletimizin mevcudiyet ve bütünlüğüne yönelik kaygılar her geçen gün daha da artmış, 2002'de nerdeyse etkisiz hale getirilmiş olan terör örgütü yeniden canlanmıştır. Türk milletinin 1923'ten bu yana büyük bedellerle kurmuş olduğu içerideki ve dışarıdaki güvenlik hatları, bir başka deyişle "kırmızı çizgileri" bertaraf edilmiştir. Yarının tarih sayfalarında bir ihanetin ilk göstergeleri olarak okuyacağımız bu gelişmelerle terör; her geçen gün artan şiddetiyle dağlarımıza, şehirlerimize; kan, ölüm ve gözyaşı olarak akarken, milletimize, sorulacak hesap hakkı dahi verilmemiştir. Zira sorulacak hesaplar için olmazsa olmaz siyasi irade asla var olmamıştır.
Peki, neden bugüne kadar bu siyasi irade ortaya konulamamıştır? Neden başta bugün ülkemizin başbakanlık makamını işgal eden şahıs olmak üzere sorumluluk sahipleri, millet önünde hesap vermek yerine susmayı ve suni tartışmalar arasında acımızı geçiştirmeyi tercih etmişlerdir? Neden Tük milletinin varlığına yönelen bu tehditlerin nasıl bertaraf edileceği tartışılması gerekirken, kurgulanmış art niyetli Anayasa tartışmalarının, 'Türkiye Malezya olur mu' sorusu çerçevesindeki entelektüel tatminlerden öteye gitmeyen köksüz polemiklerin üretilmesine göz yumularak bizlere vakit kaybettirilmiştir?
5 yıl boyunca boş hayaller ve iktidar hırsı uğruna ülkemiz sathında bilinçli saptırmalarla, toplumsal kamplaşmalar yaratma peşinde harcanan vakitler, bugüne kadar vatan uğruna ödenmiş mukaddes bedellere, daha büyük ve daha ağır bedeller eklenmesine yol açmamış mıdır? Tüm bunlar bir yana, AKP iktidarının ikinci döneme uzanan iktidarı süresinde teröristlerle mücadele etmedeki zafiyetinin altında yatan neden nedir?
Tüm bu soruların cevabı bugünkü iktidar zihniyetinin temsil edildiği siyasi partinin, AKP'nin varlık nedeninde saklıdır. AKP'yi kurdurarak, dolaylı müdahaleler ve manipülasyonlarla ülkemizde bu siyasi hareketin önünü açanların iradesi ve özellikle milletimizin geleceğine yönelik arzularının ne olduğu, tüm hür düşünenlerin nazarında açıktır. Irak'a müdahaleden bu yana eskimiş, küf tutmuş kin defterlerini açıp, Sevr'in post modern halini Kuzey Irak'tan başlayarak, tüm Anadoluya yaymak bu odakların arzusudur. Bu arzunun hayata geçirilmesinde ise AKP zihniyetine düşen vazife şudur: Özelde İslam âlemine "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" ile yönelen, genelde ise tüm Doğu âleminin varlığını hedef alan Batı taarruzu karşısında bir manevi ajan olarak Batı'ya hizmet etmek ve bu çatışmanın ön cephesini Türkiye'de inşa etmek. Bu taşeron zihniyetin iktidarı elde edişi neticesinde 'demokrasi, insan hakları ve özgürlükler' kılıfı altında milli devletimizi tasfiye edici girişimler dışarıdan kimilerinin sömürge valisi, kimilerininse işgal komiseri havasında çeşitli ağızlardan verdikleri buyruklar aracılığıyla reform adı altında bu aciz zihniyet tarafından hayata geçirilmiştir.
AKP'nin bu vazife doğrultusunda yaptığı icraatların nihayetinde, uluslararası dayatmalara ve baskılara boyun eğerek köşeye sıkıştırılmış ve taviz vermeye mecbur bir dış politika anlayışı ortaya koymuştur. Milli birliğimizin korunması namına ise yine aynı güruh tarafından bölücü hareketin sivilleşmesine ve meclisimize kadar girmesine göz yumulmuş, ülkemizde alt kimlik tartışmalarını yaratarak etnik kamplaşmaların ve çatışmaların zemininin kuvvetlenmesine prim verilmiştir. Milli güvenlik alanında ise terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerimizin mücadeledeki azmini ve cesaretini kıran bir davranış biçimi bu zihniyet tarafından değişmez bir politika olarak geliştirilmiştir.
Yine aynı alanda güvenlik kuvvetlerimizin AKP'nin bu konudaki gafletini ve aczini işaret ettiği hallerde meseleyi cumhurun iradesine, demokrasi ve rejim tartışmalara sürükleyen bir tavrı hiç çekinmeden takındığı görülmektedir. Tüm bunları bilinçli bir plan dâhilinde yürüttüğünden şüphe etmediğimiz iktidar, halk sathında ise istismarın, aldatmanın ve oyalamanın milletin gönlünü okşayıcı yalanlar ve göstermelik girişimlerle nasıl yapılacağını ortaya koymuştur.
Terörle mücadele konusunda ise hükümetin planı, birilerinin devletleşme oluşumuna sınır aşan bir güç vermek niyetiyle vakit kazandırmaktan ibarettir. Biraz hafızalar zorlandığında Başbakan'ın ağzından, ki bu ağızdan bebek katillerine sayınlar çıkmıştır, 'sabrımız taştı' ifadesinin pek sıkça sarf edilerek muhatapları üzerindeki etkisini kaybeden bir hal aldığı hatırlanacaktır. Yakın gelişmeler tekrar göz önünde tutulduğunda; Türkiye, Irak ve ABD arasında kurulan üçlü mekanizmayla terörle sözde mücadele girişiminin ve ardından Irak ile yapılan ikili görüşmelerle yakın bir zamanda imzalanan içi boş dışı makyajlı anlaşmaların bize nasıl vakit kaybettirdiği ve kaç cana mal olduğu yine benzer bir biçimde kavranacaktır.
Tüm bu gelişmelere, tüm bu acı kayıplara karşın yukarıda bahsedilen tutumun MHP'nin önderliğini yaptığı toplumsal baskının neticesinde AKP'nin çıkarmak durumunda kaldığı tezkerenin sonrasında yaşanan sarsıcı gelişmelere rağmen iktidar ve bu makamı işgal eden zihniyetin siyasi partisi mensuplarınca sürdürüldüğü görülmektedir.
Diplomatik girişimlerin ve barışçıl (?) çözüm arayışlarının uluslararası bakımdan sonuç alınamadığının açıkça anlaşıldığı bir anda, Türk ordusuna sınır ötesi müdahale onayının iktidar tarafından bir türlü verilmemesini mevcut şartlar altında, bir iyi niyet ya da yüksek ahlaklı bir siyaset anlayışının eseri olarak görmek mümkün değildir. İktidar var oluş sebebi doğrultusunda hala milletimize ve ordumuza vakit kaybettirmekte, Türk milletinin hesabının barutla mermiyle eşkıyanın başına inmesinden, uluslararası güçlerden çekinmesi nedeniyle müsaade edememektedir.
Süleymaniye'de özel kuvvetlerimizin başına çuval geçirilmesinden bu yana AKP iktidarının ABD'ye karşı teslimiyetçi ve aciz politikaları 27 şehidin ardında sürmüştür. AKP meşrebi sebebiyle hala ilham ve emir alacağı kaynağı milletin sesi yerine Amerika'nın sesi olarak bilmeye devam etmektedir. Barzani ve Talabani'ye uyguladıkları politikalarla bugünkü cesareti aşılayan iktidarın önderleri bugün bu isimleri muhatap kabul etmeyiz deseler de, bu manzara ve peşmerge çetesi reisinden bozma muhataplar onların en yüksek eseri olmuşlardır.
Ülkücü Hareket, terörle mücadelenin vardığı bu noktaya gelinmeden önce başta hareketimizin lideri ve MHP Genel Başkanı sayın Dr. Devlet Bahçeli olmak üzere tüm kurumsal varlıklarıyla çıkış yolunu hem gaflet içindeki iktidara hem de Türk milletine göstermiş, meselenin yalnızca Türkiye'nin içindeki hainleri bertaraf etme meselesinden ibaret olmadığını, Kuzey Irak'taki bataklığı kurutmanın öncelikli bir mesele olduğunu ifade etmiştir.
Türk ordusunun önündeki siyasi engelin kaldırılarak Kuzey Irak'a girmesi yönündeki taleplerimize hamasi yaklaşımlar olarak göstermeye çalışanlar bugün bu yolun doğru olduğunu idrak etmişseler de bunun bedeli ağır olmuştur. Türkiye'nin bu konuda uluslar arası hukuktan kaynaklanan 'meşru müdafaa' ve 'var olma' haklarını kullanarak bu bölgeye operasyonun pazarlıksız, beklentisiz ve ivedilikle yapılması, kangrenleşen bu sorunun çözümündeki en kuvvetli yoldur.
İşte bugün bu vaziyet karşısında bizlere ve Türk milletine düşen görev, milli birliğimizi her türlü acı tahrikler karşısında ortaya koyarak, düşmanlarımıza ve düşmanımız yanında saf tutan tüm unsurlara karşı gerçek gücümüzü göstermektir.
-- Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Gönderen ATABEK zaman: 23:12 0 yorum
Etiketler: Milli İradenin Kararlılığı
22 Ekim 2007 Pazartesi
BAŞBUĞ
BAŞBUĞAlparslan TÜRKEŞ
Milletimizin yetiştirdiği son Başbuğ’un hayat hikayesinin başlangıcında da göç var.
Yıl1860 Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı ilçesi'nin Yukarı KöşkerliKöyünde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesiyüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs’asürgün edilir.
Yıl 1917 ve Kasım’ın 25'i, öğle vakti.. yer, Lefkoşe. HaydarpaşaMahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı mütevazi evde, Kıbrıs’a yerleşenKoyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve esi Fatma ZehraHanimin Ali Arslan adini verdikleri oğulları dünyaya gelir.
Yıl1921 ve 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yenielbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerekSarayönü ilkokul'una (Sıbyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarekbir Osmanlı Uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken AliArslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir euzü besmeledir. Ey Rahman veRahim olan Allah’ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyupyetişip, milletime hizmet etmek istiyorum dermişçesine bir besmeledir,Ali Arslan'ın ağzından dökülen..
Birbirininardısıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden dahadeğerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey,Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülükşuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Onamüfredatın yanısıra Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i âliOsman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzündekendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu daöğretirler. Dahası Osman Zeki Bey Ali Arslan'ın adini adeta senin adin"Alparslan olsun" ve Sultan Alpaslan'a denk bir yiğit Türk ol, diyerekdeğiştirir.
KüçükAlparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Pasa yadigârı Kıbrıs,sevgili Yeşilada'mızın tamamı İngiliz işgali altındadır ve Türk'ünistiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerineşuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcındanbaşlayarak siner. O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelipata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır.
Yıl1933 ve Alparslan’ın artik işgal altında, esaret altında yasamayadayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi FatmaZehra Hanım’ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğullarıAlparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hürtoprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğikolmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyanavapuru ve.. ver elini İstanbul...
Ailesiİstanbul’a yerleşince Alparslan’ın ilk isi Kuleli Askeri Lisesi'nekayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerininpeşindedir. O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul’da...Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiçinmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O Yüce Dilek, O aziz Ülkü, Omuhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca’nın canevinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle,romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekteve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, Alparslan Türkeş.
Yıl1936 Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarakbitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları baslar. 1938'de Harbiye'denmezun olur, artik O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve TürkMilleti'nin emrindedir.
Yıl1940 Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler. Ayzit,Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adli çocuklarlaçiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Ana’sının 1974 yılındaelim kaybından sonra 1976 yılında, Sevâl Hanım’la yaptığı ikincievliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adli iki evlât dahavererek sevindirecektir.
Yıl1944 3 Mayıs.. Ankara'da eski tabirle bir nümayiş yani gösteri veyayürüyüş vardır. Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselenTürkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğinigösteriyorlar. Hem dosta hem düşmana... hem devlet hizmetindekigafillere hem de yurda sızmaya çalışan hainlere, Asya bozkırlarındayaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günübirlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onunbaşını ezme azminde olduklarını gösterirler.
Şâirinöz yurdunda garipsin, özyurdunda parya dediğince tutuklanırTürkçüler... Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığıTürkçülük-Turancılık Davası baslar. Türkçüler tabutluklara atılırlar,işkencelere uğrarlar. Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidirbu... Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş’te bunlar arasındadır. 20 Ekim1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan mesnetsizSavcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir.Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi vevatanimi severim." diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 günhapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı içintahliye edilir. Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtaytarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun TürkMilliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atilisidir ve sonolmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil.O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyubir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çileçekmeyi şeref bilmiştir.
Yıl1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara HarpAkademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Buarada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep edenSovyetler Birliği’nin Komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski vedeğişmez "Moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurdadönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı’daki görevlerinden sonra1951 yılında Kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında HarpAkademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur.
Yıl1955 dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon'da NATOTürk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada ... ÜniversitesindeUluslararası Ekonomi eğitimi görür. 1957 yılında Türkiye'ye döner.
1959 yılında Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilir ve bu okulu basarıyla bitirir. O artik bir Kurmay Albaydır.
Yıl1960, tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeşkavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli BirlikKomitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodanokuyan kişi ve "ihtilâl'in kudretli Albayı”dır. Kurmay Albay AlparslanTürkeş ihtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir.Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet istatistikEnstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum vekuruluşları kurar.
AncakMilli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle,13Kasim 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarakbilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerektasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışındagörevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’daTürkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgünegönderilir.
1961-62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez.
Yıl 1963 tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner.
Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adli bir dernek kurar.
Kısabir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığıiddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücrehapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder.
Tarih 31 Mart 1965 saat 11.00 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır.
Tarih1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay’ındaGenel Başkanlığına seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankaramilletvekili seçilir.
Yıl1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi HareketPartisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genelseçimlerde Adana milletvekili olarak seçilir.
İlki,31 Mart 1975 -13 Haziran 1977 yılları arasında ve ikincisi de 1 Ağustos- 31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığındakurulan koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, BaşbakanYardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar.
Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler baslar.
1968Yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleriüniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederekburaları silah, cephane deposu haline getirerek "Komünist Devrim" içinüs haline koyarlar. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin'inStalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünistyeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mi tartışmalarıyapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayathakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanançok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusundaaydınlatmaya ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, TürkMilliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeyebaşlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. TürkMilliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar.
Bugelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özelliklede Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte,dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden ÜlkücüHareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980'e kadar 5000civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet'in zaaf içinde olduğudüşünülen "zinde güçlerdi bir şeylerin yani ihtilâlin şartlarının"olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler.
Başbuğiçin 1978, 1979, 1980 yılları bir çoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiğibinlerce ülküdaşının Komünist çetelerce katledildiğini gördüğü, kanağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla biriç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır.
12Eylül 1980 sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesiihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünistbir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanıksandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5'ler bu sürecinşekillendiği mekanlardır.
Başbuğ12 Eylül'den üç gün sonra teslim olur. Cunta tarafından tutuklananBaşbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'ndave hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi’nde 4,5 yıl hapis yatar. Ove 218 Ülkücünün idamı istenir, 9 Nisan 1985'de tahliye olur ve beraateder.
Tarih 6Eylül 1987.. Yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikteBaşbuğ’a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyüiktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır.
Tarih 4 Ekim 1987.. Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkanlığa seçilir.
Tarih20 Ekim 1991.. Genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçimittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kezT.B.M.M.dedir. Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı enetkili mücadeleyi O gerçekleştirir.
Tarih27 Aralık 1992.. Oniks Eylül'ün kapattığı partilerin tekraraçılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin sonkurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesinekarar verirler.
Tarih 24 Ocak 1992 MÇP'nin 4. Olağanüstü kurultayı toplanır ve partinin adini MHP amblemini Üç Hilal olarak değiştirir.
Yıl 1997... tarih 4 Nisan...
Gönderen ATABEK zaman: 22:40 0 yorum
Etiketler: ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN HAYATI, BAŞBUĞ
20 Ekim 2007 Cumartesi
TÜRKİYE'NİN YENİDEN KURULUŞU
Türkiye Cumhuriyeti, aşağı yukarı 3000 yıllık bir milletin 22 yüzyıldan beri aralıksız var olan devletinin bugünkü adıdır.Karanlık olan en eski çağları bırakırsak, tarihimiz, Makedonyalı İskender’in milattan önce 4. yüzyılda, Türkelleri’nin batısı demek olan Maveraünnehir’e saldırışı ve yaptığı kırgınlar dolayısıyla daha doğuya çekilen atalarımızın Kuzey Çin’de doğudan batıya doğru kurduğu devletlerle başlar. Tanrıkut Mete (veya Motun) milattan önce 209–174 arasında bu devletleri birleştirerek Türk birliğini sağlar, yasaları ve teşkilatı ile Türk Milleti’ni yaratır. Ondan sonrası dışarıda düşmanlara, içeride tabiata ve afetlere karşı savaşın hikâyesidir. Bu arada iç kavgalar, boylar ve uruklar arasındaki çekişmeler ve bu çekişmeler sonundaki hanedan değişiklikleri de tabloyu tamamlar.Tanrıkut’un Kunlar’ı dört asır sonra hâkimiyeti Siyenpi – Tabgaçlar’a bırakıp anayurt tarih sahnesinden çekilirler. Çoğu yeni hâkimlerin adını alır. Kalanı, batıya doğru ilerleyip nihayet Atillâ ile Avrupa’yı allak bullak eder. Siyenpi – Tabgaçlar’ın yerine geçen Aparlar’ı da Gök Türkler devirdikten sonra milletimizin adı artık “Türk” olarak kesinleşip günümüze kadar gelir.Devletin sınırları Mançurya’dan Hazar kuzeyine ve Urallar’ın batısına kadar uzanmaktadır. Bazen batıda daha ileri gittiği bazen de devlete başkaldıran bir kısım Türkler’in resmî devleti tanımayarak ayrı bir devlet halinde yaşadıkları görülür. Fakat bunlar geçicidir ve vatanın büyüklüğünden doğmaktadır.Bütün tarihimiz boyunca bir hanedan kanunumuzun bulunmayışı, ölen kağandan sonra başa kimin geçeceğinin bir türlü tespit edilemeyişi gibi millî bir kusur yüzünden doğan prenslerin taht kavgaları nihayet, devletin, hanedanın ortak malı olduğu prensibini doğurur. Böylelikle bazen büyük devlette birkaç imparator birden hüküm sürmekte, fakat bir tanesi, ismen bile olsa ötekilerden büyüğü, metbuu tanınmaktadır. Bu merkeziyetsizliğin tipik örneklerini bilhassa devletin çok geniş topraklara hâkim olduğu Gök Türk, Karahanlı, Selçuklu ve Çengizli çağlarında görürüz.Aslında devlet tektir. Hatta birbiriyle çarpışan iki Türk devletinde bile biri, ötekinin daha büyük ve aslî devlet olduğunu tanımaktadır. Osmanlılardan İkinci Murad zamanında yazılan “takvim” şeklindeki bir tarihte Müslüman olmayan Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü ve Hülegü’nün rahmetle anılması Türklerdeki tek devlet prensibinin ifadesidir. Çarpışanlar “devletler” değil “hanedanlar”dır.Bu sebeple Selçuk hanedanının Anadolu’da hüküm süren kısmına Türkiye Selçukluları deyip onu ayrı ve bağımsız bir devlet saymak büyük yanlıştır. Anadolu Selçukluları, Başkent Merv, Rey veya Isfahan’dan idare olunan büyük imparatorluğun büyük bir eyaletidir. Devlet, hanedanın ortak malı olduğu için bu devletin bir bölümünün başındadırlar ve anadevletteki imparatoru metbu tanımışlardır.İlhanlılar’ın Anadolu’ya hâkim olmaları da büyük devletteki bir hanedan değişikliği olayıdır. Karaman beğlerinin İlhanlılar’la çarpışması yabancı bir müstevliye karşı millî bir ayaklanma değil, Almanya tarihinde de örneklerini gördüğümüz bir küçük hükümdarın ihtiras ve nüfuz hareketidir. Aynı Karamanlılar, aynı şekildeki hareketleri Osmanlılar’a karşı da yapmışlar, Osmanlı – Karaman vuruşması pek kanlı ve çirkin safhalar göstermiştir.Osmanlılar Kırım’a, bir aralık Kazan’a da hâkim olmuşlar, fakat Türkistan’ı ele geçirememişlerdir. Bunun başlıca sebebi Azerbaycan ve İran’a hâkim olan Türklerin şiîliği kabul ederek Türk tarihine mezhep kavgasını sokmalarıdır. Safevîler’in şiîlik taassubu olmasaydı Türkistan’daki Özbek Hanlıkları da Osmanlı hakimiyetini kabullenecek ve birlik yalnız duygu alanında değil, idarede de gerçekleşerek devam edecekti.Bugünkü Türkiye, Türk tarihinin varisi ve devam ettiricisidir. İlerdeki Türk Birliğini de yine Türkiye Cumhuriyeti kuracaktır.Fakat bugünkü görünüşüyle, Türk’ün, tarihin bütün zamanları içinde görülmemiş bir takım manevî hastalıklarla illetli olduğu meydandadır. Türkler, tarihte pek korkunç kıtlıklar, kırgınlar ve felaketler görüp geçirdiler. Ölü insan ve hayvan kemiklerini un haline getirip yiyecek kadar acıklı anlar yaşadılar. Fakat millî ruh ayakta olduğu için bu korkunç felaketleri atlattılar.Bugün ise dış tesirler ve içerden bulunan yardakçılarla millî ruh baltalanmıştır. İşin en acıklı tarafı, hükümet başında bulunanların bu yıkıcılığa karşı kayıtsız davranmaları, tehlikeyi görememeleridir. Eskiden ana prensip “büyümek ve başka milletlere hâkim olmak”tı. Şimdiki prensip “yabancıları güçlendirmemek, içerde gürültü çıkarmamak, her şeyi örtbas etmek” olmuştur.İnsanî düşünceler ne kadar ilerlerse ilerlesin, dünya, milletlerin savaş alanı olmakta devam edecektir. Bu bir sosyal kanundur. Edebiyat ve felsefeyle bu kanun değişmez. Bütün dünyada, insaniyetten bahseden milletlerin veya partilerin, kuvvet kazandıkları zaman kendi prensiplerine nasıl sırt çevirdiklerini görüyoruz. Rusya, Amerika’nın Vietnam’da asker bulundurmasını “tecavüz” diye ilan ederken Çekoslovakya’yı istiladan asla utanç duymuyor. Birçok başka devletin tutumu da aynıdır.Bizim konumuz Türkiye olduğu için, dışardan fazla örnek vermeden kendi devletimizden bahse başlayacağız:Bugün, uzun Türk tarihinde ilk defa olarak, devlet başkanlığı etmiş bir adamın, devleti yıkmak ve yabancılara bağlamak isteyen vatan hainlerini idamdan kurtarmak teşebbüsünde bulunduğunu görüyoruz. Bu bir tek örnek bile çok mühim bir hastalığın ârâzıdır. Bu çirkin davranış anayasaya dayanılarak yapılmaktadır. Bu da anayasanın eksik yönlerinin bulunduğunu gösterir.Bu memleketin bir senatörü bazmorfin kaçakçılığından Fransa’da tutuklanmıştır. Bu memleketin bir kültür bakanı, komünizmin son kurtuluş çaresi olduğunu söyleyen birisiyle, doğuda Ermenilere toprak vermek isteyen başka birisine kültür ödülü vermiştir.Bu memlekette insanları bir açgözlülük bürümüştür. Çabuk ve kolay kazanç için kaçakçılık, hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet bol bol yapılmaktadır.Yoksul veya ortahalli bir hayata razı olmayan birçok genç kız evinden kaçarak fuhuş yuvalarına düşmektedir.Gazeteler, evlerinden kaçan genç kız ve oğlanların babaları, anaları tarafından çağırıldığını gösteren ilanlarla doludur.Disiplin ve kanunlara, nizamlara saygı kalmamıştır.Bu memleket geri zekalılarla, delilerle, ruh hastalarıyla doludur.Ne belediye nizamları, ne devlet kanunları yürümektedir.Bu saydıklarım, çöküntünün manevî yönleridir. Bir de maddî ve tabiata ait olanları var: Toprak kayması yüzünden, milyonlarca tonla ifade edilen toprak her yıl denizlere dökülmektedir. Ormanlar tarla açmak için kasden yakılarak memleket çölleştirilmektedir. 1960’ta uçakla İstanbul’dan Ankara’ya yaptığım bir yolculukta ormansız, yeşilliksiz bir çöl seyrettim. 1931’de çam ormanlarıyla kaplı gördüğüm Bolu dağları çevresini 1960’ta otobüsle yaptığım İstanbul’a dönüş yolculuğumda bomboş buldum.Büyük şehirler, hele “dünya incisi” denen İstanbul milyarlarca liralık şeddâdî binalarla tahrip edilmektedir. İstanbul’a “iri bir köy” diyorlar. Köy bile değil de sokakları, yapıları ile güneşsiz, ağaçsız bir manastırhane...Haydarpaşa ile Pendik arası tek bir şehir haline gelmiştir. Bu iki istasyon arasında trenle bir banliyö yolculuğu yapanlar, demiryolu boyunca 3 metre aralıkla yapılmış 4–5 katlı koca apartmanlar göreceklerdir. Halbuki belediye nizamlarına göre banliyöde bunun 6 metre olması lazımdır. Bunca inşaat suçunu belediye mühendisleri neden müfettiş göndererek sorumluları araştırmamıştır? Burada her suç, yapanın yanına kar mı kalacaktır? Bu suçlar neden işlenmektedir?Dertler ve suçlar saymakla tükenmez. Bunları saymaktansa çarelerini, yeniden kurulması gereken Türkiye’nin hangi temellere dayanması gerektiğini sıralayalım:Türk milletinin yaşaması isteniyorsa önce ele alınacak konu onun sağlığını sağlamaktır.Sağlık konusu yalnız iyi beslenme, güneşten faydalanma, beden hareketi yapma meselesi değildir. Sağlık konusu aynı zamanda bir de irsiyet meselesidir. Birçok fertleri irsî akıl ve ruh hastalıkları ile illetli olan millete sağlam millet denemez. Biz bugün bu durumdayız. Geçen yıllarda 400.000 geri zekalı çocuktan bahsolundu. Akıl ve ruh hastalığını çocuğuna geçirecek olan fertleri kısırlaştırmak, bugün “aile planlaması” denen ve Türkiye’nin hızla büyük nüfuslu ülke haline gelmesini önleyen tedbirden daha önce ele alınmalıdır. Türlü kanser ve cinnetlere sebep olan fabrika ve kalorifer dumanları, egzoz gazları, tütün, ağır alkollü içkiler gibi ırkı tahrip edici faktörlerin mutlaka önüne geçilmelidir. Bunlardan bir kısmının çaresi bulunmuştur. Pahalıdır diye ihmal etmek asla doğru değildir.Sağlam yapılı bir millet iyi bir hammaddedir. İşlenmesi için okutulması, eğitilmesi lazımdır. Bu sıralarda moda olan “reform” kelimesinin eğitime neler getireceğini bilmiyorsak da çarşambanın gidişinden perşembenin gelişi belli olduğu için pek ümitli değiliz. Sınıf geçme yerine ders geçme, 10 numara yerine 4 numara veya puan ile reform olmaz. Hele okuyup yazma oranı 1970 sayımına göre %55 iken ilköğretimi 8 yıla çıkarmak fanteziden başka bir şey değildir. Öğretmenler arasında azımsanmayacak kadar bir kalabalıkla sızmış bulunan komünistleri topyekûn ayıklamadan ise hiçbir şey yapılamaz.“Ezberciliği kaldırmak” tekerlemesi çok tehlikeli bir şeydir. Ezbercilik kalkınca İstiklal Marşı, kerrat cetveli, tarih yılları ve yabancı dil nasıl öğrenilir? “Ezberciliği kaldırmak” değil, “anlamadan ezberleme”yi kaldırmak, cidden lüzumsuz ders ve bahisleri kaldırmak lazımdır. İlkokuldan sonra derhal ihtisas bölümlerine ayrılmak, fakat temel ders olarak millî kültür (yani Türk Dili ve Grameri, Türk Tarihi, Türkelleri Coğrafyası ve Yurttaşlık Bilgisi) ile çocuğun kabiliyetine göre seçeceği ve seçilecek dersleri okutmak şarttır.Milletin devlet kurması için toprağa, yani vatana ihtiyacı vardır. Elde sağlam ve vuruşçu bir millet olursa bu vatan her zaman bulunur.Türkiye toprağının depremle batacağına dair bir emare olmadığı için bu yönden bir korku yoktur. Fakat toprağın denize akması ve ormanların yok olması sonucu memleketin çölleşmesi gibi ciddî bir tehlike vardır.Irk sağlığından sonra Türkiye’nin en mühim meselesi, yer altı servetlerini işletmeden önce yer üstünü yaşanır duruma getirmek, ormanlarla yağmur sağlayarak tarım verimini arttırmak, ondan sonra yer altı servetlerine el atmaktır.Türkiye’de 4–5 evliler de sayılmak şartıyla 60.000, bunlar sayılmamak şartıyla 40.000 köy var. İstanbul’dan Ankara’ya trenle giderken hattın iki yanındaki köylere bakınız. Bazılarında “bir tek” ağaç vardır. Çoğunda da üç beşten fazla yoktur. Yani görünüş tamamen bozkır ve çöl manzarasıdır. Evliya Çelebi’nin bahsettiği mamur köylere hat boyunda rastlanmaz.Çağımız, köylerin yavaş yavaş tasfiye olunduğu, milletlerin şehirlere yerleştiği çağdır. Bu “köy”ler de bizimkiler gibi 50 evli, 100 evli köyler değil, en aşağı 500 evli köylerdir.40.000 köyü büyük köyler halinde birleştirmek nazarî olarak güzel bir düşünce ise de uygulanması çok güçtür. Fakat mutlaka yapılması gerekli bir işlemdir. Bu büyük iş, Planlama Dairesi’nin başaracağı iş değildir.Deprem kuşağı üstünde bulunan Türkiye’nin tehlikesizi yerlerinin seçilmesi, aynı zamanda akarsulara veya göllere yakın yerlerde bulunması, millî savunma bakımından Genelkurmay’ın fikrinin alınması lazımdır.Köyleri büyütürken şehirlerin küçülmesine de o kadar ehemmiyet vermek icap eder. Eski Başbakan Süleyman Demirel, İstanbul’la İzmit arasında beş on yıl sonra tek bir şehir vücuda geleceğini müjde gibi haber vermişti. Halbuki bu bir felaket haberiydi.Büyük şehirler sağlık, ahlak, asayiş, savunma bakımından büyük sakıncalar taşır. Büyük şehirlere lüzum yoktur. Bir milletin ileri ve güçlü olması büyük şehirleriyle ölçülmez. Toprağı az milletler için bu bir zaruret olsa bile Türkiye gibi geniş bir ülke için fantezi ve hatadır.Anadolu’nun iyi bir etüdünden sonra yeni kültür ve endüstri şehirlerinin kurulması, büyük şehirleri hızla daha fazla büyütmemek için, elli yıl önce İsveç’in yaptığı gibi fabrikaları seçilecek köylerde kurmak, bugün çok az nüfuslu, fakat verimli olan Muş Ovası’na Batı Anadolu’nun sıkışık yerlerinden tarımcı nüfus göçürmek en isabetli tedbirlerdir.Türkiye’nin yeniden kurulmasındaki en mühim amillerden biri de kanunlardır. Bilindiği üzere kanunlar örf, ırkî temayül ve ihtiyaçtan doğar. Bizim belli başlı kanunlarımız ise hep tercümedir. Anayasayı yapan hukuk profesörlerinin bir de Türk anayasası olduğundan haberleri yoktur. Türk tarihinden haberleri yoktur ki o tarihin doğurduğu yasaları bilsinler.Başkanun olan anayasayı yalnız bir hukuk meselesi olarak düşünmek çok yanlıştır. Bundan dolayı anayasayı yalnız hukukçular değil, onlarla birlikte sosyologlar, psikologlar, tarihçiler ve psikiyatri uzmanları da beraber hazırlamalıdır. Bugünkü durum kanunlara saygıyı ortadan kaldırmıştır. Herkes kanunları yanlış görüp kendince düzeltmeye kalkınca da, tabii, millî düzen bozulmaktadır.1962 anayasasının hazırlanmasında çok garip bir zihniyet hâkim olmuş, otorite sağlayıp diktatörlük yapmasın diye bir kimsenin iki defa üst üste devlet başkanı olması yasaklanmıştır. O takdirde başbakanların da yalnız bir meclis devresi için makamda kalması gerekmez miydi? Diktatörlük zamanla elde ediliyorsa bir partinin üst üste dört defa iktidara gelmesi de aynı sonucu doğurmaz mıydı?Bütün Türk tarihi boyunca Türk devlet başkanları otoriter olmuşlardır. Otoriter olmayan bir devlet başkanının düşünülmesi bile abestir. Kanunlarla sınırlandırıldıktan sonra, yüksek yetki sahibi başkanların seçilmesinde zarar değil, yarar vardır. Bir de şu var ki şahsiyetler kuvvetli olunca, anayasa ne derse desin, kuvvetli şahsiyet diktatör olabilmektedir. Nitekim 1924 anayasasına göre de devlet başkanlarının yetkisi az olduğu halde Atatürk bir diktatördü.Memleket, partiler yüzünden çıkmaza girdiği zaman meclisi dağıtıp yeni seçim yaptıran bir başkan, devletin kurtarıcısı olur. Milletin tuttuğu, sevdiği, faydalı bir başkan neden iki, hatta üç defa üst üste seçilmesin?Senato ise lüzumsuz bir müessesedir. Anayasa Mahkemesi dururken Senatoya lüzum yoktur. İşleri uzatmaya ve devlete birçok masrafa mal olmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin biraz daha genişletilerek mühim kanunların kontrol ettirilmesi maksadı sağlar.450 mebus çok fazladır. En küçük hakları bile yemeyen millî bakıyye usulü ile yapılacak seçim 200 mebuslu bir Mecliste kuvvetli partilerin tek başlarına hükûmet kurmalarını sağlar. Sağlayamazsa, yeni seçim yerine, Devlet Başkanına en kuvvetli partiyi iktidarda tutmak yetkisi verilmelidir. Milletlerin huzur ve istikrara ihtiyaçları vardır. Mebuslar nutuk düellosu yapacak diye devlet, hükûmetsiz bırakılamaz.Zamanımız, ihtisasların çoğaldığı zamandır. Her devrede yeni yeni bakanlıkların kurulduğunu görüyoruz. Bu da bir mahsurdur. Bunun önüne geçmenin çaresi şudur: İçişleri, Dışişleri, Adalet, Sağlık, Eğitim, Maliye, İktisat, Ulaştırma Bakanlıkları gibi bakanlıklar temel bakanlıklar olup bunlar daima mevcut olacaktır. Memleketten bir Sağlık Bakanlığını kaldırmaya imkan yoktur. Fakat bunların dışında kalanlar ikinci sınıf bakanlıklar olup bunları kaldırmak da mümkündür. Nitekim Kültür Bakanlığı kaldırılmıştır. Spor Bakanlığı, Orman Bakanlığı gibi bazı bakanlıklara da zamanla ihtiyaç kalmayabilir. Böylece bu ikinci sınıf bakanlıklar için ayrı binalar yapmaya da lüzum kalmaz.Milli Savunma Bakanlığı kaldırılmalı, onun bütün görevi Genelkurmaya devrolunmalıdır. Ordunun siyasetle ilgisi yoktur ama bu, particilik anlamındaki bir siyasettir. Ordunun Millî Siyasetle ilgisi vardır. Askerî bir kuruluşun başında askerlikten anlamayan bir sivilin bulunması doğru değildir. Genelkurmay Başkanları gerektiği zaman Kabine toplantılarında bulunmalıdır.Birçok değerli subayın kadro ve yaş haddi diye emekliye ayrılmasının önüne geçmek için Türk ordusunun da üçlü teşkilat yerine ikili teşkilat kurularak rütbeler de buna göre ayarlanırsa askerliği seven subayların ordudan çıkarılması önlenmiş olur. Bu takdirde 40 yaşında bölük kumandanlarına rastlanacaktır. Ne çıkar? Eskiden de böyleydi ve hiçbir zararı görülmüyordu. Bugün 40 yaşında insan genç insandır.Askerî liseyi bitirecekler için iki yıllık subay sınıf okulları kurulmalı, bu okulların en üstün başarılıları Harb Okuluna gönderilmelidir.Ceza Kanunlarımızda “kanun boşlukları” diye ad takılan bir takım zayıf noktalar vardır ki bunlardan faydalanan suçlular, suçlarını işlemekte yıllardır devam edip dururlar.Suç işleyenlerin, düzeni bozanların iflâhı kesilmedikçe Türk toplumu dertli olmakta devam edecektir.Kan davaları, ırza taarruzlar, para için adam öldürme, haraç alma, kabadayılıkla geçinme, hırsızlık, rüşvet, sahtekarlık gibi suçları işleyenlerin büyük bölümü profesyonel olarak yaşamaktadır.Daha önce de yazdığımız gibi, İslâmiyetten önceki Türkler evli kadına taarruz edeni ve büyük hırsızlık yapanları idam ederlerdi. Bugün bu işler kolektif olarak yapılıyor. Yakalananlar suçu birbirine atıyor. Çaresiz kalan hâkim, birine ağırca bir ceza verdikten sonra ötekilerini, delil kifayetsizliğinden ya beraat ettiriyor ya da iki yılla işin içinden çıkıyor. Sık sık gördüğümüz, üç beş yaşındaki çocuklara tecavüz edenlerin yaşatılması insaniyet midir? Şunu asla unutmamalı ki, ahlaksızlar ve hainler sertlik karşısında sinerler.Hapishanelere yıllardır silah ve esrar sokulması hükûmet adamlarının gözünü açamamıştır. Hapishaneler, ceza görenlerin yaptıklarına pişman edileceği yerler olmalıdır. Bu da tecritle ve yalnız bırakılmakla olur. Küfürle ve dayakla değil. Şunu da unutmamalı: hapishane yalnız bir ıslah evi değildir. Aynı zamanda toplumun, kendisine zarar verenden öç aldığı yerdir.İnsaniyet duygusu bütün dünyada bir cıvıklık halini almıştır. Bu insaniyetçilere göre suç işleyen zavallıyı o hale getiren “neden!”leri arayıp bulmalıdır. İnsanlar o “neden”leri aramakla uğraşırken insanlar mahvolup hayvan derekesine inecekmiş, kimin umurunda?12 Mart muhtırası ve bugünkü durum iyi bir fırsattır. Türkiye’nin yeniden kurulması ve kurulurken millî geleneklerin, aklın, şuurun, bilimin hâkim olması için şimdiden kurulacak komisyonlar işe başlamalı, aceleleri olmadığı için konuyu ciddiyetle ele alarak üstün bir devlet kurmak için gerekli ne varsa hazırlamalıdır.Tabiî, söylemeye de lüzum yok: Bu yeni devletin adı yarısı Türkçe, yarısı Arapça mı, İtalyanca mı olduğu belli olmayan “Türkiye” değil, bütünüyle Türkçe “Türkeli” olacaktır.NİHÂL ATSIZ, Ötüken, Sayı: 100, Nisan 1972
Gönderen ATABEK zaman: 03:16 0 yorum
Etiketler: TÜRKİYE'NİN YENİDEN KURULUŞU
TÜRK MİLLETİ
AnayurtTürklerin anayurdu Orta Asyanın batı bölümleridir. Tiyaşan yahut Tanrı dağları denilen sıradağ Türkeli'nin belkemiğidir. Türkistan'a hayat veren büyük ırkların çoğu buradan çıkar. Bugün Moğolistan dediğimiz yer de eskiden Türk ülkesiydi. Türkelinin batı sınırı Edil ırmağıdır. Bu ülkenin iklimi umumiyetle sert olup büyük bozkırlarla doludur. Geniş mesafeler arasında az insanlar otururdu. Bu iklim ve yayla – bozkır hayatı Türkleri az konuşkan, ciddi, sert, kuvvetli ve cesur yapmıştır. Türklerin tarihini öğrenirken anayurtta oturan Türklerle anayurt dışına çıkan kalabalık yabancılarla karışan ve yabancılar üzerinde hakim ve azınlık halinde kalan Türklerin tarihini ayırmak lazımdır. Biz, tabii ana yurtta kalan Türklerden bahsedeceğiz. Anayurt Türklerinin tarihi aralıksız bir tarih silsilesidir. Anayurt dışı Türklerinin tarihi ise kesik parçalardır.Türk IrkıTürk ırkı tarihten önceki zamanlarda teşekkül ettiği için onu meydana getiren unsurları iyice bilmiyoruz. Yalnız bu ırk esas itibarile brakisefaldir. Bir kısmı sarışın – açık renk gözlü, bir kısmı da kara saçlı – koyu renk gözlü olmakla beraber yüzün biçimi bakımında birbirine çok benzerler. Elmacık kemikleri biraz çekiktir. Türk ırkı uzun veya orta boylu insanlardan mürekkeptir. Dilleri göz önünde bulundurulmak şartıyla Moğullar ve Monçularla akrabadırlar. Hatta Macar-Fin-Estonlardan mürekkep olan “Ural” veya Fin-Oğur” zümresi ile de akrabalıkları muhtemeldir. Bu takdirde Türklerin mensup bulunduğu “Altay” veya “Turan” zümresi ile Ural zümresinin yakınlığı şöyle bir şema ile gösterebiliriz.
“Turan” adını altı millete birden vererek “Ural – Altay” yerine “Turan” kelimesini kullananlar da vardır.SakalarTarihte bilinen en eski Türkler Sakalardır. Bunların varlığı millâttan önceki yedinci asırdan başlar. Hiç şüphesiz bunlardan daha önce de Türkler, yani Türklerin ataları olan boylar vardı. Fakat onlar hakkındaki bilgimiz pek eksiktir ve tarihi sayılamaz. Sakalar orta Tiyanşanda yaşıyorlardı. Bunların daha batısında, yani Aral Gölü ve Hazar Denizi arasında da Sakaların büyük bir kolu sayılan Mesagetler bulunuyordu. Sakalar, İranlılarla durmaksızın çarpışmışlardır. Bunarın bir kahramanı mitâttan önce 624’te İranlılar tarafından hile ile öldürülmüştür. İran padişahı Kirus milâttan önce 545-539 yıllarında Sakalarla çarpışarak Batı Türkistanın cenup bölümlerini zapetti. Sırderyaya kadar ilerledi. Fakat Masagetlerin kadın hükümdarı “Tamiris” yahut “Demurus”la yaptığı savaşta yenilip öldü.Milâttan önce 330-327 arasında Makedonyalı İskender kumandasındaki Yunanlılar batı Türkistana cenuptan saldırdılar. Ozaman Türkistanın nüfusu pek azdı. Bununla beraber İskender pek sert bir müdafaa karşısında kaldığından birçok şehirlerin ahalisini kılıçtan geçirdi. İskenderin bu kıyıcılığı karşısında Türkistan halkının çoğu doğuya, Çin sınırlarına doğru kaçıştılar.KunlarBu kaçışanlar Çinin şimalinde yerleşerek ve daha önceleri de orada bulunanlarla karışarak birkaç beylik kurdular. Bu beğliklerden Kunlar ötekilerini ortadan kaldırarak bütün Türk ırkını bir bayrak altında birleştirdiler. Hakimiyetleri Koradan Edile kadar uzanıyordu. Bunların tarihinde mühim rol oynıyan ve edebiyata da geçen bir ünlü hükümdar vardır ki adı “Mete” veya “Motun”dur. Onun babası Tuman Yabgu milâttan önce 220’denberi Kunların yabgusu yani hükümdarı idi. Mete velihat idi. Fakat Tumanın başka bir karısı kendi oğlunu veliaht yapmak için bir pilân kurdu: Tumanı kandırarak Mete’yi cenup komşuları Yüeçi Türklerine rehin göndertti. O zamanın hukukunca rehin barış için bir teminattı. Barışı bozanın rehini öldürülürdü. Üvey anası Mete’yi gönderttikten sonra Tumanı yine kandırarak Yüeçilere savaş açtırttı. Tabii Yüeçiler de öldürmek için Mete’yi aradılar. Mete Yüeçilerin atlarına binerek kendi yurduna kaçabildi. Buna sevinen babası Mete’ye 10.000 çadır halkı tımar verdi. Fakat babasına ve üvey anasına karşı korkunç bir kin besleyen Mete onlardan öç almaktan başka bir şey düşünmüyordu. 10.000 çadır halkından 10.000 asker seçerek bunları görülmemiş bir disiplinle yetiştirmeğe koyuldu. Verdiği buyruklara baş eğmiyenin cezası ölümdü. Askerlerine en değerli malları olan atlarına ok atmalarını emrettiği zaman bir takımı bunu yapamadılar. Bunlar acımaksızın öldürüldü. En son pek zalimane bir emir daha aldılar. Mete sevgilisini nişangâh yapıp ok attı ve askerlerine de karılarına ok atmalarını emretti. Dehşet içinde kalıp buyruğa baş eğmiyenler idam olundu. İşte Mete bu kadar sadık ve disiplinli bir ordu ile babasının üzerine yürüyerek onu mahvetti. Üvey anası ve üvey kardeşini, onların taraftarlarını da mahvederek yabgu oldu. (m.ö 209)Türk tarihinin harikulâde bir şahsiyeti olan Mete dahili bir savaş sonunda tahta çıktığı zaman doğu komşuları olan Tung-hular (bugünkü Mançurya’da oturuyorlardı) bundan istifade etmek istediler. Mete’ye elçi göndererek günde 500 kilometre koşan bir atını istediler. Kurultayın vermek istememesine rağmen Mete atını verdi. Tung-hular bu sefer Mete’nin karısını istediler. Savaşa bahane arıyorlardı. Kurultay bu hareketi pek vicdansızca görerek reddetmek istedi. Mete şahsi sevgisinin milletini korkunç düşmanlarla savaşa sürükliyecek kadar fazla olmadığını söyliyerek reddetti. Karısını gönderdi. Tung-hular yeniden elçi göndererek iki devlet arasındaki çorak bir toprak parçasını istediler. Burası Kunlarındı. Fakat çorak olduğu için oradan askerlerini çekmişlerdi. Kurultay bu değersiz toprağı vermekte mahzur görmedi. Fakat Mete at ve karısını kendi şahsına ait olduğu için verdiğini, toprağın ise kimsenin malı olmayıp devletin temeli olduğunu söyledi. Vermek fikrinde olan beğleri idam ettirdi. Ani bir baskınla Tung-hular üzerine yürüyerek onları mahvetti. Bütün ülkelerini ele geçirdi. Bunlardan sonra Çin’i yenip vergiye bağladı. Edile kadar yürüyerek oralardaki bütün Türk beğliklerini birleştirdi. Sonra devletinde teşkilat yaptı. Devleti iki büyük parçaya ayırarak herbirine bir beğlerbeği koydu. Herbirini de tekrar 12 bölüme ayırdı. Bu suretle devlet 24 parçaya ayrılmış oluyordu. Her parçanın başında bir tümenbaşı bulunuyordu. Ordu 10, 100, 1000 kişilik kıt’alardan mürekkepti. Bunların başında onbaşı, yüzbaşı ve binbaşılar vardı. Mete bugünkü Türk ordusuna kadar devam eden bir askeri teşkilat yapmıştı. Mete Türk milletini yaratan insandır. Savaşta enerji, dahilde disiplin, milli bir itaat ruhu ve devletçilik gibi vasıflar Türk milletine Mete’den kalan yadigârlardır.Kun devleti Mete’den sonra miladi 216’ya kadar devam etti. Demek ki ömrü 436 yıldır. Bütün bu müddet zarfında hayatları Çin’le mücadele ile geçmiştir. Fakat edebiyat tarihini alâkadar eden bir ciheti olmadığı için bunu zikretmiyoruz.SiyenpilerOrta Asya hakimiyeti Kunlardan Siyenpilere geçti. Bunların hakimiyeti 216-394 arasında sürmüş, ömürleri Çin ile çarpışarak geçmiştir. Edebiyat tarihi bakımından ehemmiyetleri olmadığı için tarihlerini söylemiyoruz. Aparlar394 tarihinde hakimiyet Aparlara geçti. Bunların meşhur hükümdarı Tolun, Orta Asya’nın Mete’den sonra ikinci büyük ıslahatçısıdır. O zamana kadar Orta Asya hükümdarlarının lâkabı olan yabguyu küçük görerek kağan unvanını aldı. Bundan sonra yabgu ikinci derecede bir unvan oldu. Bunlar da Koradan Avrupaya kadar olan sahaya hakimdiler. Avrupalılar bunlara Avar derler. Edebiyat tarihi bakımından ehemmiyetleri yoktur.Gök TürklerEdebiyat tarihi bakımından gayet mühim olan Gök Türkler ilk önceleri Apar kağanlarına tâbiydiler. Altayda demircilikle uğraşarak kağanlarına silah yapıyorlardı. Apar Kağanı, kendisine karşı yapılan bir isyanı bastırmasını, Gök Türklerin reisi olan Bumun’a emretti. Bumun isyanı muvaffakiyetle bastırdı ve mükafat olarak Apar Kağanının kızını istedi. Kağanın, bu teklifi hakaretle reddetmesi üzerine silaha sarılan Bumun savaşta Aparları yendi. Kağan intihar etti. Bu suretle 552 tarihinde Gök Türk hanedanlığı başladı. Bumun Kağan “İl Kağan” lâkabını aldı. Memleketin batı tarafının idaresini kardeşi İstemi Kağana verdi. Bu suretle tarihte ilk defa Türk adı çıkmış oldu. Gök Türk kelimesindeki gök yani mavi kelimesi devletin büyüklüğünü göstermek için kullanılmıştır. Renk isimleri Türklerde büyüklük,çokluk, şöhret göstermek için kullanılır. (kara cahil, kara keder, ak soy, kızıl cehennem gibi...)Gök Türk devleti eski Türk devletlerinden daha iyi teşkilatlı idi. Memleket esas itibarıyla doğu ve batı diye ayrılmıştı. İkisinde de bir kağan bulunuyor, fakat bu kağanlardan bazan doğudaki batıdakine, bazan da batıdaki doğudakine tâbi bulunuyordu. Hatta bazan devlette dört kağanın birden bulunduğu olurdu. Fakat biri büyük kağan sayılır, diğerleri üzerinde hâkimiyet hakkı olurdu. Doğu ve batı diye ikiye ayrılan devletin herbirinde kağandan sonra en büyük rütbe olmak üzere yabgu ve şadlar bulunur, bunlar memleketin büyük birer bölümünü idare ederlerdi. Kağanın hükümdar olmıyan çocukları tigin lâkabını taşırdı. Yabgu ve şadlar çok defa tiginlerden tayin olunurdu. Devletin yüksek rütbeli memurlarına tarkan, buyruk, şadapıt denir, bütün tarkanlar, buyruklar, şadapıtlar ve boy reisleri beg unvanını taşırdı. Unvanlar çok defa irsi idi. Teşkilat tamamı ile askeri idi. Kağan ölünce yerine oğlu yahut kardeşi veya amcası geçerdi.Gök Türklerin diğer büyük bir ehemmiyeti de bunların kendileri hakkında ilk defa eser bırakmış olmalıdır. Gök Türklerden önceki devirde atalarımız kendileri hakkında hiçbir yazı ve vesika bırakmadıkları için onlar hakkındaki malûmatı medeni komşularından alıyoruz. Bumun Kağandan sonra kağan olan İstemi Kağan zamanında devlet garbi Roma ve İran imparatorlukları ile siyasi ve iktisadi münasebetlere girdi. Fakat onların sözlerini tutmaması yüzünden her ikisiyle de harbolunarak topraklar alındı. 610 tarihine kadar azçok birliğini muhafaza ederek yaşayan Gök Türk devleti bu tarihte doğu ve batı kağanlarının birbirini tanımaması yüzünden ikiye ayrıldı. Bundan istifade eden Çinliler 630 tarihinde Doğu Gök Türklerini yenerek doğu hükümdarı Kara Kağanı birkaç yüz bin Türk’le beraber esir edip Çin’e götürdüler ve çinlileştirmek için Çin’in ötesine berisine dağıttılar. 659’da da batı kağanlığını yıktılar.Esarette bulunan Gök Türkler birkaç defa isyan ettiler. Bilhassa 639’da Kür Şad’ın 40 kişi ile Çin payitahtında yaptığı ve Çin imparatorunu tevkif ederek ve Gök Türk prenslerinden birini Türkistan’a götürerek Türk kağanlığını diriltmek maksadını güttüğü ihtilal pek şanlı oldu. Fakat bastırıldı. Nihayet 681’de İlteriş Kutluk Kağan’nın 17 kişi ile dapa çıkarak yaptığı ihtilal muvaffak oldu. Etraftan koşuşanlarla 70’e, biraz sonra 700’e çıkan ihtilâlciler istiklallerini elde etmeye muvaffak oldular. Böylelikle Gök Türk devleti dirildi. İlteriş Kutluk Kağan 681-693 yılları arasında kağanlık etmiştir. Kendisinin akılda eşi, şerefte yoldaşı olan “Bilge Tonyukuk” ilk dağa çıkıştan beri yanında bulunuyordu. Ve devletin hem baş kumandanı, hem de baş veziri idi. Bu iki gayretli adam isyan etmiş olan Dokuz Oğuzları, Kırgız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay ve Tatabıları yenip itaata aldılar. Çinlileri yendiler. Gök Türkleri zengin ettiler. Bu devrede Gök Türklerin sayısı pek azdı.Kutluk Kağan öldüğü zaman oğulları sekiz ve yedi yaşında idiler. Onun için yerine kardeşi Kapağan Kağan geçti. (693-716) Bilge Tonyukuk yine devletin baş veziri idi. Kapağan Kağan zamanında da birçok seferler yapıldı. Batı Türkleri de itaata alındı. Çinliler yenildi. Fakat Kapağan Kağan ihtiyarlığında bazı yolsuzluklar yaptığından kendisine karşı isyanlar oldu ve bir suikasta kurban gitti. Oğlu Bögü Kağan yerine geçtiyse de Kutluk Kağan'ın oğulları Megren ve Kül Tigin bunu tanımadılar. İsyan edip Bögüyü öldürdüler. Kutluk Kağanın büyük oğlu Megren, “Bilge Kağan” unvanıyla tahta geçti. 720’de Çinliler Gök Türkleri ortadan kaldırmak için 300,000 kişilik bir ordu ile savaş açtılar. Dokuz Oğuz, Kırgız, Basmıl, Kıtay gibi tâbi boyları da isyana kışkırttılar. Fakat Gök Türkler bu müşterek hareketi karşılayıp Çinlileri bozguna uğrattılar. Çin, hediye adı altında ipek kumaş vergisi vermeye mecbur kaldı. Biraz sonra Bilge Tonyukuk öldü. (aşağı yukarı 720 yıllarında)Türk birliği için yıpranırcasına çalışan kahraman Kül Tigin 731’de Dokuz Oğuzlarla yapılan bir harpta karargahı korumak için öldü. Bilge Kağan da 734’te vezirlerinden biri tarafından zehirlenerek öldü. Bu üç mühim şahsiyetin ölümünden sonra Gök Türk devleti yavaş yavaş alçalmaya yüz tuttu. 742’de Dokuz Oğuz, Karluk ve Basmıllar birleşerek devlete karşı isyan ettiler. 745’te Gök Türk hanedanlığını yıkarak yerine Dokuz Oğuzlar hakim oldular.Dokuz Oğuz – On Uygurlar“Dokuz Oğuz” dokuz boy demektir. Ok kelimesi boy manasına gelirdi. Sonunda “z” ile yapılan çoğullar bugün de vardır; ikiz, üçüz gibi… Eski Türklerde siyasi zümrelerin adları ekseriya o birliği teşkil eden boyların sayısını da gösterirdi. Dokuz Oğuz, On Uygur, Sekiz Oğuz, Üç Kurıkan, Otuz Tatar gibi. Dokuz Oğuzlarda On Uygurlar da sekizinci asırda Moğulistanın şimalinde yaşıyorlar ve birlikte hareket ediyorlardı. Gök Türklerin kitabelerinde bunlara Dokuz Oğuz ve bazen yalnızca Oğuz denildiği halde, Moyunçur Kağan kitabesinde Dokuz Oğuz – On Uygur denilmektedir. 840 tan sonra ise Dokuz Oğuz adı büsbütün kaybolarak yalnız Uygur adı kalmaktadır.Bunların ikinci kağanları olan Moyunçur Kağan (746-759) en ünlüleri olup fütuhatı ile meşhurdur. Kendi adına Orhun yazısı ile bir abide diktirmiştir. Kendisinden sonra tahta geçen oğlu Bögü Kağan, yahut resmi unvanı ile “Alp Külüg Bilge Kağan” (759-780) ise 763 tarihinde manihaizmi devlet dini olarak kabul etmekle ün salmış bir kağandır. Moyunçur Kağan zamanında Dokuz Oğuz – Uygurların çoğu manihaist olduğu halde kağan şamanî idi. Bu devletin dayandığı unsur olan Dokuz Oğuz – On Uygurlar arasında e medeni olanları Uygurlardır. Uygurların bir kısmı, bugün Şarkî Türkistan dediğimiz ülkede, sekizinci asırdan birkaç asır önce medenî hayata geçmişlerdi.Bunların hakimiyeti 840 yılına kadar büyük imparatorluk halinde devam ettikten sonra sarsıldı. 840’taki büyük kıtlık ülkede isyanlar doğurdu. Şimalde yaşıyan Kırgızların isyanı pek yaman oldu. Bunlar Dokuz Oğuz – On Uygurları tamamı ile yendiler. Bu kırgın birkaç yıl sürdü. Uygurlar ikiye ayrılarak cenuba doğru göçtüler. Cenubî şarkiye göçedenler açlıkla, cenuptan Çinlilerin, şimalden Kırgızların saldırması ile mahvoldular. Cenubî garbiye kaçanlar ise zaten kendilerine tabi olan Şarkî Türkistan ülkesine gelerek evvelce burada olan şehirlere yerleştiler. Kendilerine de yeni şehirler yaptılar. Bu şehirler kale ile korunan müstahkem şehirlerdi. Merkezleri Kocu şehri idi ki bugün Kara Hoca adını taşır. Beş Balık, Can Balık, Yeni Balık, Sülmi gibi şehirleri de Uygurlar yaptılar. (Balık eski Türkçede şehir demektir.) bu bölgeye yerleştikten sonra artık Dokuz Oğuz adı silinip yalnız Uygur adı kaldı.Devlet böylece küçüldükten sonra Uygurlar kahramanlıklarını muhafaza etmekle beraber çok medeni bir hayat yaşamaya başladılar. Aralarında budizm, manihaizm ve biraz da nasturîlik dinleri yayılmıştı. Bu dinlerin birbirleriyle mücadelesi barış içinde oluyor, her din kendisini propaganda ile ileri sürmek istediğinden dini eserler de meydana geliyordu.Uygur devleti 940 yıllarında Karahanlılar devleti kuruluncaya, yahut bir ihtimale göre zaten batı Gök Türklerin en güçlü boyu olan Türgişlerin devamı olmak üzere mevcut olan Karahanlı devleti genişlemeğe başlayıncaya kadar devam etti. Bu tarihten sonra ise Karahanlıların batıdan yaptıkları sıkıştırma ile küçülüp daha sonra doğuya çekilen Uygurlar on dördüncü asra kadar küçük bir beğlik halinde devam ettiler. Sonra Çingiz Han imparatorluğu içinde siyasi varlıkları sona erdi. Bunların artıkları olan Sarı Uygurlarela, Kara Uygurlar bugün hala yaşıyorlar. Kara Uygurlar şimdi moğullaşmış olup moğulca konuşurlar. Sarı Uygurlar Türklüklerini ve eski adetlerini saklıyorlar. Kendilerine “Sarı Yoğur” diyorlar. Budisttirler.DinSakalar zamanında Türklerin nasıl bir dine bağlandıklarını bilmiyoruz. Fakat bu, hiç şüphesiz bir tabiat dini idi. Yani gök, yer, ateş vesaire gibi tabiat kuvvetlerinden birine veya birkaçına tapıyorlardı. Kunların dini hakkında ise pek az da olsa bilgimiz vardır. Bu bilgiye göre Kunlar yılda bir defa gök ve yer Tanrılarına ve atalarının ruhuna kurban keserlerdi. Demek ki Türk dini o zaman iki tanrılı bir dindi. Gökte ve yerde iki tanrı tanıyan bu din Gök Türkler çağına kadar gelmişti. Gök Türklerde fazla olarak “yer sub” (yer su) da Tanrı olarak tanımaktadır. Fakat Gök Türklerde “Tengi” yani sema bütün dünyayı ve beşeriyeti yaratan bir Tanrı değil, bir Türk tanrısıdır. Yine Gök Türklerde “Umay” adında bir kadın Tanrı tanılıyordu ki bu da iyilik ve acıma Tanrısı idi. İşte Türklerin bu milli dinine Şamanizm diyoruz.Dokuz Oğuz – Uygurlar zamanında ise millet yavaş yavaş şamanizmi bırakıp manihaizme girmeğe başladı. Daha sonra, 840’tan sonra ise Budizm ve hırıstiyanlığın bir mezhebiî olan nasturîlik de Uygurlar arasında yayıldı.Budizm Hindistanda “Buda”nın kurduğu bir dindir. Buda, milattan önce 477’de ölmüştü. Budanın dinine göre bu dünyada duyduğumuz sevinç, keder gibi şeyler bizim duygularımızın ve düşüncelerimizin yanılmasından doğan kuruntulardır. Bu dünyada her şey gelip geçicidir. İstikrar yoktur. Fakat buna mukabil bir de edebi alem vardır ki ona Nirvanna derler. Orada edebi bir değişmezlik vardır. Nirvanna alemi bütün mahlukların nereden gelip nereye gittiğini bilen, “benlik”lerden ibarettir. Bu benlikler insanlara hulul ederler. İnsan irade ile nefsini terbiye eder, ergin ve olgun bir insan olursa o benlik onu öldükten sonra Nirvannaya ulaştırır. Aksi takdirde bu benlik yüz binlerce yıl içinde daha birçok insan veya hayvanlara hulul ederek ıztırap içinde yuvarlanıp gidecektir. Budanın dininde bizim anladığımız manada bir Tanrı yoktur. Buda dünyanın başlangıcı ve sonu hakkında da bir şey söylemiyor. Buda yalnız iradeyi kuvvetlendirecek talimat vermiştir. Buda dinine göre aşk ile nefret, şefkat ile zulüm aynı derecede kötü şeylerdir. Doğru ve mutedil olmak, kendini yüksek görememek, lüzumsuz yere söz söylememek budizmin esaslarındandır. Budizmde ibadet de yoktur. İhtimal ki bu sadeliği Türkler arasında yayılmasına sebep olmuştur.Manihaizm ise Babilli Mani (214-277) tarafından ortaya konmuştur. Mazdeizm yani Zerdüşt dini ile hırıstiyanlığın karışmasından doğmuş bir dindir. Hırıstiyanlığın tesirinde kalmış olmasına rağmen iki Tanrılı bir dindir. Asıl Tanrı iyiliği ve ışığı temsil eder. Bunun yanında 12 tane yardımcı Tanrı vardır ki, aşk, iman, doğruluk, zeka, bilgi, anlayış, sır saklama gibi faziletleri temsil ederler. Fenalık tarafının Tanrısı da “Hümâme” dir. Kadındır. Bunun yanında da 12 tane yardımcı Tanrı vardır.Manihaizme göre hayvan eti yemek, şarap içmek haramdır. İyilikle kötülük daimi bir savaş halindedir. Fakat günün birinde iyilik tarafı galip gelecek, o gün kıyamat kopacaktır. Ruhlar edebi olduğu için kıyamatte fenalar Cehennemde ceza göreceklerdir. Mani şair ve ressam olduğu için dinini yaymakta bu iki şeyden istifade etmiştir.DevletTürklerde devlet pek eskidenberi teşekkül etmişti. Sakalar çağında Türklerin devlet kurduğunu bilmiyorsak da Kunların başlangıcından beri Türklerde devlet vardı. Türk devletleri aristokratik idiler. Devlet reisi devleti mutlak olarak idare eder, yanında beğlerden mürekkep kurultay bulunurdu. Devlet reisine Kunlar ve Siyenpiler devrinde “Yabgu” derlerdi. Aparlar, Gök Türkler, Dokuz Oğuz –Uygurlar devrinde “Kağan” denilmeğe başlandı. “Hakan” ve “Han” kelimeleri “kağan”ın sonradan aldığı şekillerdir. Devlet reisine kağan denilmeğe başlayınca yabguluk ikinci derecede bir rütbe ve unvan oldu. Devlet reisi öldüğü zaman yerine oğlu, kardeşi, yahut amcası geçerdi. Kimin geçeceğini ekseriyetle kurultay seçer, bazen de prenslerden birisi kendi gücü ile hükümdarlığı alırdı. Kunlar ve Gök Türkler devrinde devlet çok büyük olduğundan doğuda ve batıda olmak üzere iki bölüme ayrılmıştı. Bu ayrılık bazen kökleşir, iki düşman devlet olurdu. Gök Türklerin bazı çağlarında doğudakilerle batıdakiler düşman olarak çarpışmışlardır. Bununla beraber çok defa biri ötekini metbu tanırdı.Devlet ademi merkeziyetle idare olunurdu. Yani Türk birliğine dahil olan muhtelif boylar kendi reisleri tarafından idare olunurdu. Bazı boylara, hükümdar kendi ailesinden prensleri reis olarak seçerdi. Umumiyetle bu boyları merkeze bağlıyan şey muayyen zamanda vergi vermek, savaşta asker göndermekten ibaretti. Başka bütün işlerinde serbesttiler. Hatta devleti teşkil eden boyların bazen birbiriyle çarpışması bile devlet fikrine aykırı değildi. Kunlardan itibaren Türk hükümdarlarının komşu ülkelere, bilhassa Çin’e muntazaman elçi gönderdikleri tarihçe malûmdur. Gök Türkler devrinde İranlılar ve Bizanslılar ile de siyasi münasebetler olmuştur.AileTürk ailesi Kunlar devrinden beri babanın hakimiyeti altında ana ve çocuklardan mürekkep bir ailedir. Araplarda, İranlılarda, Yunanlılarda, Romalılarda olduğu gibi kadın aşağı veya esir sayılmazdı. Kadın muhteremdi. Kapalı değildi. Fakat bilhassa yukarı tabaka ahalinde birden fazla kadın almak adeti ve hakkı vardı. Evlenmelerde iki tarafında birbiriyle denk seviyede olması şarttı. Ağabeyleri ölenler yengeleriyle evlenirlerdi. Bu bilhassa hükümdarlar arasında böyle idi. Bu adet Anadoluda bugün bile vardır. Evlenme çağına gelen çocuk evlenince baba ocağından ayrılıp başka bir aile kurardı. Türklerde aile bu kadar eski ve muntazam olmakla beraber devlet fikri aile fikrinden üstündü. Yaşayış, Ahlak ve AdetlerTürklerin büyük kalabalığı göçebe idi. Hayvanların eti, sürü ve derisiyle geçindikleri için otlaklar ararlar, öteye beriye göçerlerdi. Bununla beraber Kunlarda ve Gök Türklerde herkesin bir toprağı olurdu. Orayı ekerlerdi. Demek ki bunların göçebeliği herhangi bir şekilde olmayıp muntazam kaidelere tâbi, muntazam zamanlarda yapılan ve muntazam yerler arasında olan göçebeliktir. Türklerin küçük bir bölümü ise şehirlerde otururlardı. Moğulistan ve bilhassa Maveraünnehirde şehirleri daha çoktur. Herhalde İskenderin istilasından sonra Türklerde şehircilik hayatı daha fazla ileri gitmiştir. Dokuz Oğuzların 840 felaketinden sonra ise Türk milleti artık şehirli haline gelmiştir. Umumiyetle Türkler yüksek ahlak sahibi insanlardı. Kunların düşmanları olan Çinliler Kunlarda verilmiş bir sözün tutulmamasına imkan olmadığını kaydediyorlar. Hırsızlık eden on mislini verirdi. Evli bir kadına sataşmanın, savaştan kaçmanın, büyük hırsızlık yapmanın cezası ölümdü. Kunlar devrinde bir mahkum hakkında en çok on günde karar verilirdi.Asker millet oldukları için çocuklar milletin menfaatlerine uygun olarak yetiştirildi. Kunlarda çocuklar küçükken koyunlara binerek biniciliği öğrenmeğe başlarlar, pek usta biniciler olurlardı. Eli silah tutan herkes askerdi. Savaşta ölmek şeref, evde ölmek ayıptı… Kişi çadırda doğar, çayırda ölürdü.Türklerde erkeklerin de saçları uzun olurdu. Galiba Sakalar devrinden beri Türkler uzun saçlı bir millet olarak tanınmıştı. Kısrak sütünden yapılmış olan kımız milli içkileri idi. Pek besleyici bir içki idi. Gök Türkler zamanında Türklerde balbal dikmek adeti vardı. Bir kahramanın, bilhassa kağanların mezarına hayatta iken öldürdüğü veya yendiği en ünlü düşmanının heykeli dikilirdi. Bu heykele balbal derlerdi.Nihâl Atsız, "Türk Edebiyatı Tarihi", Sayfa: 13-30
Gönderen ATABEK zaman: 03:12 0 yorum
Etiketler: Anayurt, Dokuz Oğuz – On Uygurlar, Gök Türkler, Kunlar, Nihâl Atsız, Sakalar, Siyenpiler, TÜRK IRKI, TÜRK MİLLETİ
IRAK TÜRKMENLERİ
Nüfus : 2.500.000 Bulundukları Başlıca Şehirler : Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye İlk Göç : 11. -12.yüzyıllar Bölgedeki Türk Toplulukları : Irak TürkmenleriSiyasi ve İdari Konumları : Irak Türkmenleri genellikle Kuzey Irak bölgesinde yaşamaktadırlar .Bölge şu anda siyasi açıdan çok başlılık gösterdiğinden, Türkmenler bu duruma göre önlemlerini almışlar ve bir çok siyasi teşekkül oluşturarak milli varlıklarını güvence altına almaya çalışmışlardır .Ancak bütün bunlara rağmen Türkiye'nin her açıdan desteğine ihtiyaçları bulunmaktadır . Irak Osmanlı idaresinde iken üç vilayetten oluşmaktaydı. Basra ve Bağdat vilayetlerinin yanı sıra günümüze kadar sorunlarla dolu olan ve bugün Kuzey ırak olarak bilinen Musul vilayetinden meydana gelmekte idi. Başta petrol olmak üzere bir çok zenginliklere ve çok önemli bir jeostratejik konuma sahip olan Musul vilayeti , merkezi Musul olmak olmak üzere Kerkük ve Süleymaniye sancaklarından oluşmaktaydı. Lozan Anlaşmasında Musul vilayetinin lrak veya Türkiye içinde kalması mese- Iesi çözüme bağlanmadığı için Cemiyet-i Akvam yoluyla halledilmesine gidilmiş ve Musul vilayetinin tamamı Irak’a bağlanmıştır. Türkiye hükümeti bu olayı J 5 Haziran 1926 tarihinde Irak hükümeti ile yapmış olduğu Ankara anlaşmasıyla kabul etmiştir. Ülkede Türkmen varlığını yok etmek için uygulanan yoğun Araplaştırma poli- tikaları son zamanlarda etnik temizlik boyutuna varmıştır. Kerkük'ten uzak- Iaştırılan Türkmenlerin sayısı son bir yılda 1 000 aileyi aşmıştır. Bunların yerine Arap aileler yerleştirilmektedir. Türkmenleri göç ettirme ve yerlerine Arapları yerleştirme politikası eski bir politikadır ve Irak yönetimi tarafından yaklaşık 20 yıldır yürütülmektedir. Ancak geçen yıldan buyana bu uygulama iktidard- aki Baas partisi tarafından etnik temizlik boyutuna ulaştırılmıştır. Türkmen Siyasi Hareketi 1970'Ierde büyük gelişme gösterdi .Bilinçlenme süreci bu dönemde hız kazandı .Yine bu dönemde Türkiye'ye tahsil için gelen öğrenci sayısında dikkat çekici bir artma görülmüştür. Bunda refah seviyesinin yükselmesinin büyük payı vardır.1970'lerin başında Türkiye'ye tahsil için gelen Türkmen öğrenci sayısı 10-15 iken bu sayı 1975'te 80'in üzer- ine çıkmıştır. 1976 ve 1977 yıllarında ise sayı katlanarak yükselmiştir.1978 yılında Irak yönetimi Türkiye'de öğrencilerin tahsil yapmalarını ani bir kararla yasakladı. Türkmen öğrenciler eski sosyalist ülkelere tahsil için gitmeye teşvik edildi. 1960 yılında kurulan Türkmen Kardeşlik Ocağı bir yandan kulüp hüviyetinde faaliyet gösterirken, diğer yandan Türkmen toplumunun kültürel ve sosyal ihtiyaçlarını da karşıladı. 1977'de başlayan Baas saldırganlığından nasibini alan yöneticiler, önce görevden uzaklaştırıldı. 1979 yılında ise tutuk- Iandılar ve 1980'de idam edildiler. idamlara tepki olarak 1980'de Navzang böl- gesine askeri karargah kuruldu. Örgüt Irak Türklerinin deklare edilmiş ilk siyasi organizasyonu özelliğini taşımaktadır. 1983'te bir araya gelen Irak'ın siyasi kuruluşları, örgütün ısrarlı tutumu karşısında ilk defa Türkmen haklarını .kabul ederek sonuç bildirisine yazmışlardır. Siyasi konjonktürün değişmesi nedeniyle 1985 tarihinde örgüt faaliyetleri donduruldu. 1988 yılında Irak Milli Türkmen Partisi kuruldu. Parti Bağdat rejiminin baskıcı, acımasız politikalarını dikkate alarak kendini Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesinden sonra 1991 'de deklare etti. Irak Milli Türkmen Partisi'nin deneyimli ve idealist yöneticilerinin çabaları neticesinde dünya,Türkmen varlığından haberdar oldu. IMTP yönetici- Ieri Riyad, Beyrut , Londra ve ABD’de yapılan toplantılara iştirak ettiler. ABD , İngiltere gibi Irak sorunu ile yakından alakalı devletlerin başkentlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulundular. Avrupa Parlamentosu gibi önemli mahfellerde Kürtlerle eşit temsil edilmeyi başardılar. SİYASİ YAPILANMA Son yıllarda bölgedeki gelişmelere paralel olarak Irak Milli Türkmen Partisi Kuzey Irak'ta Radyo- TV, Matbaa, Basın Yayın Kuruluşu ve en önemlisi Türkçe eğitim veren okullar açtı. Bunun yanı sıra silahlı kuvvet çekirdeği olacak 350 kişilik bir koruma birliği oluşturdu. Türkmen parti ve kuruluşlarını tek çatı altında toplamak amacı ile Ekim 1994'te Türkmen Cephesi kuruluş çalışmaları başlatıldı. 23 Nisan 1995'te Irak Türkmen Cephesinin kurulduğu resmen ilan edildi. 4-7 Ekim 1997'de Erbil 1. Türkmen kurultayı toplanmıştır. Kurultaya Avrupa, ABD, Avustralya'da bulunan Türkmen derneklerinin temsilcileri de katılmıştır.
Gönderen ATABEK zaman: 03:07 0 yorum
Etiketler: IRAK TÜRKMENLERİ, TÜRK ELLERİ
DÖRT KAPI KIRK ADIM
TÜRK BİRLİĞİ üyeleri olarak bizler; ülkemizin içine sürüklendiği bunalımdan çıkarılması için gerekli olan temel yaklaşımları ve yapılması gereken işleri “Dört Kapı, Kırk Adım” adı altında topladık ve Milletimizin ilgisine sunuyoruz. Başarı için, başkalarının kendi çıkarları için verecekleri akıllara değil, Milletimizin tarihin süzgecinden geçirerek oluşturduğu “ortak milli akla” güvenilmesi gerektiğine inanıyoruz.Atatürk’ün yolunu ve yöntemlerini iyi anlamak ve Cumhuriyetimizin kazanımlarını korumak ve geliştirmek çıkar yoldur diyoruz. Diyoruz ki; “Dört Kapı, Kırk Adım” uygulamaları, ülkemizi bataktan çıkaracak ve haklı olan şerefli yeri almasını sağlayacaktır. Başarı mutlak olarak sağlanmalıdır. Bunun için de dört kapı aynı anda açılmalı ve kırk adım arka arkaya atılmalıdır. Birinci kapıya “Milli Kültür Seferberliği” dedik. Direniş ve diriliş için gereken inanç, düşünce ve heyecan ortamı böylece sağlanacaktır. İkinci kapı “Milli Ekonomi” uygulamalarıdır. Kötü niyetli dış müdahaleleri etkisiz kılacak ve milli bünyenin güçlenmesi sağlanacaktır. Zengin Millet, güçlü devlet, mutlu birey hedefine ulaşılacaktır. Üçüncü kapı “Milli Devlet” diyoruz. Devletin Millet ile gerçek anlamda bütünleşmesini sağlayacak bu uygulamalar ile çağdaş ve etkili bir hizmet ortamı oluşacaktır. Dördüncü kapı “Milli Dış Siyaset”tir. Milli Kültür Seferberliği'nden, Milli Ekonomi uygulamalarından ve Milli Devlet yapısından güç alacak ve onları destekleyecek bir dış siyaset ile Türkiye Cumhuriyeti, insanlık ailesi içindeki hakkı olan yeri alacaktır. Saygın, sevilen ve dikkate alınan ülke: BÜYÜK TÜRKİYE. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
BİRİNCİ KAPI
MİLLİ KÜLTÜR SEFERBERLİĞİ
Türkçe Ortak Dilimizdir.
1. Adım: Türk demek öncelikle Türkçe demektir. Türkiye’de resmi dil, eğitim dili, haberleşme dili sadece ve sadece Türkçe olmalıdır.Eğitimin hiçbir kademesinde Türkçe’den başka dilde eğitime izin verilmemelidir.Türkçemizi yozlaştırmaya yönelik her türlü uygulamaya ve gidişe engel olunmalıdır. Diğer Türk devletlerinde de İstanbul Türkçesi’ni yaygınlaştırmak ve onların edebi Türkçelerini de yaymak amaçlanmalıdır. Türkçelerimizi birbirine yaklaştıracak önlemler alınmalıdır. Terimler birliği gecikmeden sağlanmalıdır. Ülkemizdeki diğer dil, lehçe ve ağızların ülkemizin zenginlikleri olduğu gerçeğini de unutmamalıyız. Ancak, ortak dilimiz İstanbul Türkçesi’dir ve böyle kalacaktır.
İslam Dinimizdir
2. Adım: Türk Milleti’nin dini İslam’dır. Müslüman olmayan Türkleri de İslam’a kazanmalıyız. Milletimizin Müslümanlığı Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayram Veli, Ahi Evran çizgisidir. Allah aşkı, insan sevgisi, başka inanç bağlılarına müsamaha, gösterişten uzak dindarlık, emeği kutsal bilmek, kadına değer vermek ve bilimi temel almak bu anlayışın açıklamasıdır. Doğru Müslümanlık da budur. Mezhep, meşrep, yol ve anlayış ayrımları asla bölünme sebebi olmamalıdır. Dinimizin çarpıtılarak sömürü aracı yapılması, teslimiyetçiliğe alet edilmesi önlenmelidir. Dinimizin ideoloji haline getirilmesine ve yüceliğinden uzaklaştırılıp siyaset aracı yapılmasına izin verilmemelidir. İbadet yerleri çevre halkı için aynı zamanda birer bilgi, kültür ve dayanışma merkezleri haline getirilmelidir.
Türk Kültür Hayatı
3. Adım: Türk kültürünün bütün unsurlarını sadece tarihi birer hatıra olmaktan çıkarıp güncelleştirmek ve hayatımızın her alanının içine sokmak hedeflenmelidir.
Kültürümüzü Halkımıza Yaymak
4. Adım: Milli kültürümüz her alanda desteklenmeli ve halkımız arasında yaygınlığı artırılmalıdır. Musikimiz köklerinden kopmadan geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Edebiyat alanında milli köklerimize, halkımızın değerlerine, çağdaş ölçülere uygun gelişmeler için gereken önlemler alınmalıdır. Güzel sanatlar ve gösteri sanatları alanlarında yerli, milli ve çağdaş eserlerin üretilmesi özendirilerek uluslararası başarı şartları oluşturulmalıdır. Sinemanın çağdaş dünyadaki etkili yeri tartışılmazdır. Milli amaçlar ve milli kültür doğrultusunda yönlendirilmiş sinema sanatımız ve sanayimiz en yüksek boyutlarda desteklenmelidir. Müzeler ve kütüphaneler birer kültür merkezi gibi çalıştırılmalı ve halkla bütünleştirilmelidir.
Türk Dünyası'yla Kaynaşmak
5. Adım: Türk Dünyası'nda aynı kökler üzerinde üretilmiş çok zengin bir kültür birikimi oluşmuştur. Bu zenginliğin Türkiye’nin ve Türk Dünyası'nın her bucağında olduğu bilinciyle hareket edilmeli, çabalar sarf edilmeli ve Türk Dünyası'nın kültürünün birbiriyle kaynaşması ve bütünüyle benimsenmesi sağlanmalıdır. Türk’ün kültürde yeniden büyük doğuşu için bu adım mutlaka atılmalıdır.
Kültürümüzü Dünyaya Yaymak
6. Adım: Türk kültürü yeryüzünün en zengin kültürüdür. Kültürümüzü her türlü imkan yararlanarak dünyaya tanıtmalıyız. Dünyadaki yerimizi daha da saygın hale getirecek bu adımı atarken hiçbir fedakarlıktan kaçınmamalıyız. Bilmeliyiz ki; harcayacağımızdan kat kat fazlası bize geri gelecektir.
Kültürümüzü Korumalıyız
7. Adım: Kültürler arası etkileşim tabiidir. Ancak kültür değerlerimizi yozlaştırıcı çabalara karşı önlem alınması şarttır. Kültürümüzün temel değeri olan dinimize karşı en önemli saldırı misyonerlikten gelmektedir. Misyonerlik uluslararası hukuk sisteminin de kabul etmediği bir uygulamadır. Ülkemizde kesin olarak yasaklanmalıdır. Bu konunun din ve vicdan özgürlüğü ile ilgisi olmadığı, tam tersine insanların zayıflıklarının istismarına dayalı olduğu da unutulmamalıdır.
Kültüre Destek
8. Adım: “Kültür ve sanat, ilgi ve iltifat görmediği yerden göç eder.” İbni Sina’nın bu sözünü unutmamalıyız. Belli düzeydeki her türlü kültür ve sanat ürününe mutlaka destek verilmelidir.
Basın-Yayın
9. Adım: Basın ve yayının kitleler üzerindeki gücü gözönüne alınarak, özgürlükler ile milli çıkarlar arasındaki denge kurulmalıdır. Özellikle televizyonlarda ve bilgi ağlarındaki başıboşluk önlenmeli; toplumun her kesiminin anlayabileceği saf ve arı Türkçe’nin kullanılması sağlanarak, yozlaşmaya, yabancı kültür istilasına, milli birliğin bozulmasına yönelik yayınlara karşı her türlü önlem alınmalıdır.
Gelişmenin Kültür Temeli
10. Adım: Milli Kültür Seferberliği; halkımızda yaşama sevinci, nitelikli hayat, bilgi zihniyeti, girişimcilik ve araştırma heyecanı gibi değerleri geliştirecek yönde ve yoğunlukta olmalıdır. Bizim milli kültürümüz uyuşukluğu, teslimiyeti menfi anlamda tevekkülü değil; hayata sımsıkı sarılmayı ve çalışmayı özendiricidir. Çalışmanın, kalkınmanın ve gelişmenin temelinde, milli kültürümüzden alacağımız güç olmalıdır.
İKİNCİ KAPI
MİLLİ EKONOMİ SİYASETİ
Milli Ekonomi İle Zengin Millet, Güçlü Devlet, Mutlu Birey
1. Adım: İçine sürüklendiğimiz bataktan kurtuluşun yolu; üretimi en yüksek düzeye çıkarmak, gelirler ve servetler arasında dengeli paylaşıma ulaşmaya yönelik Milli Ekonomi Siyaseti'dir. Milli Ekonomi Siyaseti, içine sürüklendiğimiz bataktan bizi çıkaracak tek yoldur. Üretimi en yüksek düzeye ulaştırmak ve paylaşımda adaleti ve dengeyi sağlamak, ancak bu yolla mümkün olabilir. Dayanışmacı toplum bizim milli köklerimizin gereğidir. Zengin millet, güçlü devlet ve mutlu birey hedeflerine ancak böyle ulaşılabilir. Dış borçlanmaya dayalı bir büyüme yerine, iç kaynakları harekete geçirmek amaçlanmalıdır. İç ve dış borçlar yeniden yapılandırılmalı, bütçede yatırımlar ve destekler için yeterli kaynak oluşturulmalıdır.
Teslimiyete Hayır
2. Adım: Global kapitalizmin dinozor firmalarının dünyayı çıkarları doğrultusunda düzenleme çabalarına teslim olarak, ekonomik hayatta başarı ummak boş bir hayaldir. Milletlerin birikimlerine ve kaynaklarına el koymak ve ülkeleri ürettikleri mallar için uygun pazarlar haline getirmek isteyen global kapitalizm, eski ‘vahşi liberalizm’i tazeleyerek neoliberalizm adı altında piyasaya sürmüştür. İşsizliğe, yoksulluğa ve çevreye önem vermeyen, alt gelir kümelerini ve bireyi düşünmeyen bu anlayışın tek amacı global şirketlerin k?#305;nı en yükseğe çıkarmaktır. IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü, ideolojik olarak kuruluş amacından saptırılmış ve şeytan üçgeni haline getirilmiştir. İnsanın, halkların ve milletlerin yok sayıldığı bu sisteme HAYIR demek, atılması gereken ilk adımdır.
Milli Sanayi Desteklenmelidir
3. Adım: Büyük sermayemiz yeniden milli hedeflere yönlendirilmeli ve özendirilmelidir. Savunma sanayii öncelikli olarak ele alınmalı; yüzde yüz yerlilik hedeflenmeli, sanayide ve teknolojik gelişmede sürükleyici güç haline getirilmelidir. Bilgi teknolojileri ve bilgi çağı sanayiinde sıçrama sağlayacak ve çağdaş düzeyi yakalamamızı gerçekleştirecek özendirici önlemler ve yatırımlar ivedilikle ele alınmalıdır. Bu konuda üretici olmamızın vazgeçilmez bir öncelik olduğu unutulmamalıdır. Enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak amaçlanmalıdır. Temiz ve ucuz enerji üretimi hedef alınmalı, nükleer enerji dahil su, rüzgar, termik ve güneş enerjileri üretimi desteklenmeli ve teşvik edilmelidir.
Yatırımcı Devlet
4. Adım: Oluşturulan ortama kapılıp, propagandalara aldanıp vazgeçtiğimiz devlet yatırımları yeniden başlatılmalıdır. Serbest teşebbüsün gitmediği geri kalmış bölgelere devlet yatırım yapmalıdır. Devlet Planlama Teşkilatı dünyadaki gelişmeleri de gözeterek kapsamlı planlamalar yapmalı, ekonomimizin gidişini yönlendirmeli ve destek vermelidir.
Dünyaya Açılmalıyız
5. Adım: Kamu ve özel sektör girişimcilerimizin dünyaya açılmaları konusunda; devletin öncülük, destek ve koruma görevi gerçekleştirmesi sağlanmalı ve bu konuda gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
Tarıma, Esnafa ve Girişimciye Destek
6. Adım: Dış baskılar sonucunda yok olmaya doğru sürüklenen tarımımızın desteklenmesi, güçlendirilmesi şarttır.Verimli ve bol üretim ve pazarlama için gereken önlemler alınmalıdır. Ülkemizin zengin toprak kaynaklarının değerlendirilmesi için ilmi çalışmalar yapılmalıdır. İç ve dış pazarlara egemen olacak ürün çeşitlendirilmesine gidilmelidir. Esnaf, küçük ve orta boy işletmeler toplumumuzun temel direkleri olarak görülmeli, yaşamaları ve gelişmeleri için destek sağlanmalıdır.Girişimci kamu desteğini yanında bulmalıdır.
Toplumcu Ekonomi
7. Adım: İşçi, memur ve emeklilerine insanca yaşayacakları bir gelir düzeyi sağlanmalıdır. İşsizlere ve yoksullara destek sağlanmalıdır. İşsizlik, insan onuruna yakışmayan bir olgu olup, işsizlikle mücadele devletin en temel görevi kabul edilmelidir. Vergi adaleti sağlanmalıdır. Vergi kutsal bir görev kabul edilmeli ve adaletli bir vergi sistemine toplumun bütünü katılmalıdır.
Her Türlü Yolsuzluklara Son
8. Adım: Milli kaynaklarımızın yolsuzluklarla ve haksız kazançlarla talanına en keskin yöntemlerle son verilmelidir. Toplum yapımız her türlü suiistimalden korunmalıdır.
Yabancılara Satışa Hayır
9. Adım: Milli birikimlerimizin, kamu ve özel işletmelerin yabancılara satışı önlenmelidir. Topraklarımızın yabancılara satışına asla izin verilmemelidir. Ülkemize doğrudan yatırım yapacak olan, teknoloji üreten ve iş alanı oluşturan yabancı sermayenin özendirilmesi için önlemler geliştirilmelidir.
Türk Birliği
10. Adım: Türk Cumhuriyetleri Ekonomik İşbirliği Teşkilatı hemen kurulmalı ve TÜRK BİRLİĞİ bu temeller üzerinde sağlamlaştırılmalıdır.
ÜÇÜNCÜ KAPI
MİLLİ DEVLET
Milli Demokrasi
1. Adım: Türk Milleti Kendisini Yönetmeli ve en ileri anlamda demokrasiyi gerçekleştirmelidir.Düşünce, inanç ve girişim özgürlüğü başta olmak üzere insan hak ve özgürlüklerinin egemen olmadığı bir yönetimi demokrasi saymıyoruz. Halkın yöneticilerini kendisinin seçmesini istiyoruz. Diktatörlük haline gelen genel başkanlık sisteminden demokrasimizin kurtarılmasını istiyoruz.Siyasi Partiler Kanunu değişmeli ve öncelikle parti içi demokrasi sağlanmalıdır. TBMM’nin tarihine uygun bir saygınlığa ulaşması gerçekleştirilmelidir. Katılımcı demokrasi anlayışına ulaşmamış, halkın doğrudan ve kitle teşkilatlarıyla yönetime katılmadığı bir uygulamayı demokrasi anlayışının olgunlaşmaması olarak görüyoruz. Kuvvetler ayrılığı ilkesi yerli yerine oturtulmalı ve yargı bağımsız olmalıdır. Milli köklerden ve halkın eğilimlerinden kopuk bir anlayışı gerçek demokrasi olarak görmüyoruz. Özgürlükçü, katılımcı ve milli bir demokrasi istiyoruz.
Halka Hizmet Hakka Hizmet
2. Adım: Halka hizmeti kutsal bir görev bilen ve insanı temel değer alan bir yönetim anlayışı mutlaka yerleştirilmelidir. Devlet, vatandaşın üzerinde baskı kuran ve küstüren uygulamalardan arındırılmalıdır. Yönetimde dürüstlükten asla ödün verilmemelidir.
Çağdaş Yönetim
3. Adım: Milletin Devleti, sahibine hizmet için vardır. Bu anlayışla “Millet-Devlet Elele” düsturu her fert tarafından kabullenilecek bir gerçeğe dönüştürülmelidir. Kamu yönetimi, çağdaş yönetim bilim ve tekniklerine göre yeniden düzenlenmelidir. Sürekli hizmet içi eğitimlerle, yönetimde verimliliği artıracak ve yurttaşın kamu hizmetine kolayca ulaşmasını sağlayacak bir yapı kurulmalıdır.
Taşraya Yetki
4. Adım: Taşra teşkilatları güçlendirilmeli, işlemlerin il ve ilçelerde tamamlanması sağlanmalıdır. Mülki idare amirliği çağdaş gelişmelere göre yeniden düzenlenmelidir.
Yerel Yönetimler
5. Adım: Yerel yönetimlerin yetkileri ve görevleri yeniden belirlenmeli, hizmetlerin iyi yürütülebilmesi için gerekli imkan sağlanmalıdır. Katılımcı yönetim anlayışı yerel yönetimlerde etkin olarak uygulamaya aktarılmalıdır.
Ordumuz
6. Adım: Yeniden oluşan dünya dengeleri ve tehditler, gerçekçi bir şekilde değerlendirilmeli, teknolojik nitelikleri açısından ordumuz daha da güçlendirilmelidir. Bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınmamanın var olmak konusu ile eşdeğer olduğu unutulmamalıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullandığı harp silah araç ve gereçlerinin tamamının yerli üretimle sağlanması, yaşadığımız tecrübeler göz önüne alındığında hayati bir öneme haizdir.
Güvenlik Güçlerimiz
7. Adım: Güvenlik kurumlarımız, yurttaşlarımızın esenlik ve güvenliğini eksiksiz bir biçimde sağlamak üzere yeniden yapılandırılmalı ve güvenlik güçlerimizin görev yapmalarını engelleyen düzenlemeler yeniden gözden geçirilmelidir. Yapılacak düzenlemeler, Türkiye’nin içinde bulunduğu özel şartlara cevap verebilecek nitelikte olmalıdır.
Milli Eğitim Seferberliği
8. Adım: Milli eğitimin millet bilinci, insan sevgisi, iyi insan, iyi yurttaş olma isteği aşılayacak biçimde geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bilim zihniyeti, araştırma ruhu, gelişme heyecanı ve girişimcilik yeteneği, gelişmiş insan yetiştirmek için esas alınmalıdır. Mesleki eğitime önem verilmelidir.Yükseköğretim, ekonominin durumu ve hedeflerle uyumlu bir şekilde planlanmalıdır. Kimi uzmanlık alanlarındaki işsizlik, kimilerinde ise yeterli uzmanın olmamasına yol açan karmaşaya son verilmelidir.Yükseköğretime yeterli kaynak ayrılmalıdır. Milli Eğitim işlerine yeterli kaynak sağlanmalı ve Milli Eğitim Seferberliği başlatılmalıdır.
Sağlık Seferberliği
9. Adım: Koruyucu ve tedavi edici hekimlik “en değerli varlığın insan” olduğu anlayışı içinde, devletin en önemli işi olarak görülmeli ve sağlık seferberliği başlatılmalıdır. Sağlık hizmetlerinden yararlanmanın her yurttaşın hakkı olduğu unutulmamalıdır. Sağlıkta insanca muamele temel düstur olarak benimsenmeli ve uygulanmalıdır. Beden eğitimi çok ciddi olarak ele alınmalıdır.
Türk Birliği
10. Adım: AB’ye giriş süreci derhal durdurulduktan sonra; giriş sürecinin dayatması olan bütün yasalar gözden geçirilmeli ve milli yapımıza zarar verenler ortadan kaldırılmalıdır.Yasalarımız ve devlet dokumuz TÜRK CUMHURİYETLERİ BİRLİĞİ hedefi doğrultusunda yapılacak ortak çalışmalarla yeniden düzenlenmelidir.
DÖRDÜNCÜ KAPI
MİLLİ DIŞ SİYASET
İlkeli Dış Siyaset
1. Adım: Öncelikle dış siyasetimizde ülkemizin ilkeleri olmalı ve bu ilkelere sımsıkı bağlı kalınmalıdır. Başka ülkelere gösterdiğimiz saygının karşılığında saygı beklemek hakkımızdan asla vazgeçmemeliyiz. Ülkemize zarar verecek işler yapanlar, bunun karşılığını göreceklerini bilmelidirler. Yapanlar da karşılığını görmelidir. Uluslararası ilişkilerde kendisine önem ve değer vermeyenlere, hiç kimsenin önem vermeyeceğini unutmamalıyız.
BEKİT
2. Adım: Bölge Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (BEKİT) ülkemiz ve bölgemiz için hazır ve geliştirilmesi gereken anlamlı bir teşkilattır. Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Azerbaycan, Türkmenistan, İran, Tacikistan, Afganistan ve Pakistan’ın içinde olduğu BEKİT gecikmeden yeniden yapılandırılmalı ve ekonomiyi de aşan bir işbirliği teşkilatı yapılmalıdır.
AB İle İlişkiler
3. Adım: Adına AB’ye giriş süreci denilen oyun; son derece tehlikeli ve Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını ortadan kaldıracak bir süreçtir. Bağımsızlığımıza, milli egemenliğimize ve ülkemizin bütünlüğüne zarar verecek olan bu süreç hemen durdurulmalıdır. Yurttaşlarımızın serbest dolaşım hakkını, nüfusumuzla orantılı temsil hakkını vermeyeceği belli olan, bölücülüğe verdiği destekten vazgeçmeyen, Kıbrıs’taki haklarımızı tanımayan ve sonu belli olmayan Avrupa Birliği'ne giriş merakını anlamsız ve tehlikeli buluyoruz. Onurlu giriş söylemi ise daha tehlikeli ve yıkıcıdır. “Onurlu giriş varmış” düşüncesinin doğmasına yol açan bu söylem, Milletimizin AB dayatmalarına karşı direncini kıran son derece yanlış bir yaklaşımdır. AB’ye giriş süreci derhal durdurulmalı, AB ve Avrupa ülkeleriyle karşılıklı hak ve çıkara dayalı anlaşmalar yapılarak ilişkilerimiz sağlıklı bir zemine oturtulmalıdır.
İslam Dünyası
4. Adım: Ülkemiz, İslam Dünyası’nın en önemli ülkelerinden biri ve asırlarca İslam’ın öncülüğünü üstlenmiş bir ülkedir. Halkı Müslüman olan ülkeler arasında işbirliğinde Türkiye öncü görev üstlenmelidir.
Avrasya
5. Adım: Türk, Fars ve Rus kültürlerinin yayılma alanlarında bir barış ve işbirliği ortamı oluşturulmalıdır. Avrupa ve Asya’nın derinliklerinde açılımlarla gerçekleştirilecek bir Avrasya alanı, dünya dengelerinin de sağlıklı oturmasına katkı sağlayacaktır. Herhangi bir ülkenin egemenliğini yayması anlamındaki Avrasyacılık akımına karşı da uyanık ve dikkatli olunmalıdır.
Dünya
6. Adım: Türkiye, dünyanın her noktası ile ilgilenmeli ve dünya siyaseti üzerinde etkin görev üstlenmelidir. Kültürümüzü ve ekonomimizi dünyaya açma siyaseti dış siyasetle desteklenmelidir. Yeni dünya düzeninin getirdiği bütün imkanlardan yararlanarak, önemli ülkelere ağırlık vererek her ülkede tanıtım çalışmaları yapılmalıdır.
Komşular
7. Adım: Ülkemiz, komşularıyla iyi ve yakın ilişkiler kurmalı, bunun getireceği huzur ortamından ve ticari imkanlardan yararlanmalıdır. Başkalarının yayılmacı ve sömürücü siyasetlerine alet olmaktan şiddetle kaçınılmalıdır. Milli ve tarihi tecrübelerin ışığında bölgesel ilişkiler planlanmalı ve bu planlamalar gelişmelere göre güncellenmelidir.
Dış Temsilcilikler
8. Adım: Dış temsilciliklerimizde öncelikli bir zihniyet devrimi yapmak zorundayız. Büyükelçiliklerimiz çalışanları nitelik ve nicelik yönünden güçlendirilmeli ve kurumlar sürgün veya kayırma yeri olmaktan çıkarılmalıdır. Elçilikler Türk Milleti ve Devleti’nin milli hedef ve çıkarlarını her şeyin üzerinde gören ve uygulayan kadrolardan oluşmalıdır.
Türk Toplulukları
9. Adım: Dünyanın her yerindeki Türklere yakın ilgi gösterilmeli, haklarını almalarında yanlarında olunmalı ve yaşadıkları ülkeler ile ülkemiz arasında ‘dostluk köprüleri’ olarak değerlendirilmelidir.
Türk Birliği
10. Adım: Yedi bağımsız Türk Devleti, daha fazla gecikmeden TÜRK DEVLETLER BİRLİĞİ’ni kurmalıdır. Bu işin öncülüğünü TÜRKİYE yapmalıdır. Bizim için çıkar yol da bu yoldur. Bu yol Türkiye’yi hak ettiği yere getirecektir. Hedef “Büyük Türkiye”dir. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Gönderen ATABEK zaman: 03:04 0 yorum
Etiketler: DÖRT KAPI KIRK ADIM, türk birliği