30 Aralık 2007 Pazar

SEYYİD AHMED ARVASİ'NİN VEFATININ YILDÖNÜMÜ (31 Aralık 1988)

Türk-islam ülküsününşekillenmesinde büyük rol oynamış olan hocamız Seyyid Ahmet ARVASİ hocamızın aramızdan ayrılışının 19.yıl dönümünde onu rahmetle anıyoruz.Merhum hocamız arkasında çığ gibi büyüyen Türk-İslam ülkücüleri bırakmıştır.Hocamız hayıtı boyunca Türk-İslam davasında taviz vermemiştir. 15 şubat 1932 günü Ağrı ilinin Doğubeyazıt ilçesinde doğan hocaamızın babası Seyyid Abdülhakim ARVASİ'dir.Seyyid kelimesinden de anlaşılacağı gibi hocamız Ehli Beyt yani peygamber efendimizin sülalesinden gelmektedir. Osmanlı devletinin 1.Dünya savaşından sonra kutsal topraklardan çekilmek zorunda kaldığı zamanlarda hocamızın babasına Araplar "Türkler kaybetti gittiler gel sana burada medrese verelim bize eğitmenlik yap." derler.Seyyid Abdülhakim Arvasi o tarihi sözü söyler "Dünyada iki Türk varsa birisi benim."Bu sözler onun gerçek bir Türk milliyetçiliği şuuruna sahip olduğunun en büyük göstergesidir. Seyyid Ahmet ARVASİ denilince herkesin aklına Türk-islam ülküsü gelir.Bu hocamızın hayatını şekillendiren ve yönlendiren idaeldir.Hayatının hiçbir anında ülküsünden sapmamıştır.Bu üç kelimelik ifade O'nun varlığının ve hizmetlerinin en kısa tarifidir. Hocamızın şu sözlerine dikkat çekmek isterim "Ben İslam iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen,Türk miletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslamı gaye edinen Türk milletçisi şuuruna sahibim.Benim milliyetçilik anlayışımda ırkçılığa,dar bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.İster azınlıktan gelsin,ister çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım.Bunun yanında şanlı peygamberimizin :kimse kavmini sevmekle suçlanamaz,kavmin efendisi kavmine hizmet edendir.Vatan sevgisi imandandır.Tarzında ortaya koymuş olduğu yüce prensiplere de bağlıyım." İslamda milliyetçilik yoktur diyen bir kişiye hocamızın verdiği cevap; "Ohalde,Türk milliyetçisine düşen iş,bütün varlıı ile bu oyunu herşeyden önce kendi yurdunda bozmak olmalıdır.bunun için,Türk-İslam kültürüne,Türk-İslam medeniyetine,Türk-İslam kültürüne bağlı,Türklük şuuru ve vakarına,islam aşk,ahlak ve aksiyonuna sahip Türklüğü bedeni,İslamiyete ruhu bilen,milletini teknolojik hamlelerle dünlanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çalışan,dünya Türklüğünün İslam dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yoktur."Arvasi hovamızın istediği dinamik kadro;"Kendini allah ve Resulu'nun davasına adamış,sırf Allah rızası için canını,malını,makam ve mevkiini,din ve devleti,mülk ve milleti için fedaya hazır,şanlı mukaddes Ay-yıldızlı Al bayrağın gölgesinde döğüşen,nefsini düşünmeyen ve ülküsünde fani olmuş yiğitlerdir.Onlar büyük ve şanlı Türk tarihinin doğurduğu,allah ve Resul'un hizmet sunduğu ulvi kadrolardır.küfrün bütün oyunlarını bozan,cesaretini skıran,yolunu kesen bu dinamik kadrolardır." Ben burada birazda Arvasi hocamızın Türk Milliyetçiliği anlayışına deyinmek istiyorum.Arvasi hocamıza göre Türk Milliyetçiliği :İslamın iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen,Türk'ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.türk milliyetçiliği bütün nesil,dilim ve tabakaları ile Türk milletini kucaklayanbir fikir ve harekettir. Türk milliyetçiliği olarak nitelendirdiğimiz bu hareket bir takım çevrelerin maksatlı olarak ifade ettikleri gibi ırkçılık dreğildir.Irkçılıkla uzaktan yakından alakası yoktur.Türk tarihinin hiçbir döneminde ırkçılık olmamıştır.Türk milleyetçiliğini öğrenmek için Seyyid Ahmet ARVASİ hocamızı iyi okumalı,yeni yetişen türk gençlerini onun fikirleri ile yetiştirmeliyiz. 31 Aralık 1988'de kaybettğimiz hocamızı Rahmetle anıyoruz.

9 Aralık 2007 Pazar

TÜRKÇÜLÜK BAYRAĞI

Türk duygusu her Türkçüye en tatlı kımızdır;
Türk ülküsü candan da aziz bayrağımızdır.

Bayrak ki onun gölgesi Bozkurtları toplar;
Bayrak ki bütün kaybedilen yurtları toplar.

Nerden geliyor? Tanrıkut'un ordularından!
Lakin bize bir beyt okuyor kutlu yarından:

Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!...

H.NİHAL ATSIZ

8 Aralık 2007 Cumartesi

OSMANLI ARMASI



Topkapı Sarayı Harem girişinde köşeye yerleştirilmiş bir arma. Tuğra II. Abdülhamid Han'a ait. Bu da eserin 1876-1909 yılları arasında yapıldığını göstermektedir. Osmanlı Arması 18. asır sonlarında meydana gelmeye başlayıp, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştı. Arma çok farklı fonlarda olabiliyor. Ama temel özellikleri hemen hemen aynıdır. Saltanat ve orduyu temsil eden motifler kullanılmıştır. Şimdi fotoğrafı inceleyelim: 1- Tuğranın etrafınaki bu güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir. 2- II. Abdülhamit'in tuğrası. 3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder. 4- Kalkan: Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. Böylece Osmanlı kainatın merkezi addedilmiştir. Başka bir rivayete göre Osmanlı'nın 12 eyaletini temsil eder. 5- Osmanlı sancağı. 6- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder. 7- Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır. 8- Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır. 9- Mızrak. 10- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı. 11- Top: topçu ocaklarını temsil eder. 12- Kılıç: geleneksel türk kılıcı. 13- Top gülleleri. 14- Borazan: modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir. 15- Yay. 16- Çapa: Osmanlı denizciliğini temsil eder. 17- Bereket boynuzu: bu boynuzun Osmanlı kültürüyle alakası yoktu. Armayı tasarlayan kişi azınlıklardan biri veya bir Avrupalı olsa gerek. Osmanlı topraklarını temsil ettiği rivayet edilir. 18- Hilafet sancağı (yeşille remzedilmiş). 19- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler (böylece devletin adaletinin osmanlı yazılı kanunları ve şeriat ile sağlandığı remzediliyor). 20- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır. adaleti temsil eder. 21- Asa ve şeşper(altı dilimli topuz) şeşper: asalet ve üstünlüğü remzeder. asa: Hz. Musa'nın asasını remzeder. 22- Toplu tabanca: 1840'dan itibaren bütün subayların kullandığı silahtı. Osmanlı ordusunun modernize edildiğini remzeden bir motif. 23- Kılıç. 24- Çift taraflı teber. 25- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur. 26- Şefkat nışanı: 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi. 27- Mecidi nişanı: Beş ayrı derecesi vardır ki kişinin başarıları arttıkça bir üst derecesi verilirdi. Üst derece verilince alt derece geri alınırdı. Savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi. 28- Nışan-ı iftahar: Sultan Abdülmecid döneminde ihdas edilmiştir. Üst düzey devlet hizmetlileri ve askerlere verilirdi. 29- Nışan-ı osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi. 30- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere verilmek üzere 1876'da II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiştir.

BAŞBUĞ ‘ DAN SÖZLER

Hepiniz birer Türk Bayrağı’sınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin yere düşürmeyin.

Bölünme kabul etmez, kutsal bir bütün halinde Büyük Türkiye’yi yeniden inşa edeceğiz…
Emirlere mutlak itaat lâzımdır. Laubali, gevşek, disiplinsiz, metotsuz kimselerle dâvamız yürümez. Her şeyde örnek olmak lâzımdır.
Millî kalkınmamızı gerçekleştirmek, her Türk ferdini hür yapabilmek için Türk Milletini yeniden kurmak zorundayız. Vatandaşlarımız arasında parti, mezhep, ırk ve bölge farkı gözetmeksizin karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız.

Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız.
Cesaret, yüreklilik, atılganlık olmayan hiçbir dâva başarıya ulaşamaz.
Alınan görevleri yapmak ve yapıldığını takip etmek lâzımdır. Millet hayatında başarı devamlılığa bağlıdır.
Kendinizi küçük görmeyiniz. Sizler büyük kuvvetsiniz. Vazifenizi hiçbir zaman unutmayınız. Kuvvet birliktir. Dâvamızın geleceği birliktedir. Birlik, beraberlik içinde olmaktır.
Komünist sistemlerde halkın esaret altında oluşunun sebebi bir mülk sahibi olamamasıdır.Hürriyetin tek garantisi mülkiyettir.
Bizim savunduğumuz Dokuz Işık’çı sistemin hedefi Türk Milletinin her ferdini mülk sahibi yapmaktır.
İnsanlık âleminin en şerefli bir ailesi Türk Milletidir. Dokuz Işık demek, Türk Ülküsü demektir.
Türk töresi, Türk ülküsünün ayrılmaz parçasıdır.
Ülküsüz insan çamurdan farkı olmayan bir varlıktır.
İslâmiyeti ele alıp Türklüğü inkâr etmek ihanettir. Bunun tersi de aynı derecede gaflet ve ihanettir.
Türkün en önemli vasfı teşkilâtçılığıdır.
İnsanlar; yoksulluğa, açlığa, susuzluğa tahammül ederler. Fakat adaletsizliğe, hor görülmeye, aşağılanmaya ASLA müsaade, müsamaha etmezler.
Ahlâkçılık anlayışımız, Türk Ahlâkı ve Müslümanlık inancından meydana gelmiştir.
Türk töresinin bir diğer şartı da haddini bilmektir. Haddim bilmek… Ne kendinizi dev aynasında göreceksiniz. Herkese yukarıdan bakacaksınız, ne de kendinizi aşağıdan göreceksiniz, aşağıdan bakacaksınız.
Türk Töresinin bir şartı da yüksek vazife duygusudur. Vazifeyi her ne pahasına olursa olsun yapmaktır. Diğer bir şart, toplum uğrunda her çeşit fedakârlığı yapmaktır. Millete hizmet yolunda şahsi menfaatlerden, şahsi zevklerden feragattir. Vazgeçmektir. Kişiler kendilerini millet için feda ederler. Türk Milleti’nin büyüklüğü böyle yükselecektir. Onu sizler yaşatacak, sizler yükselteceksiniz. Türk Töresinin en önemli bir gereği de sır saklamaktır. Sır saklamak…
Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez
TÜRKLÜK bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.
Fikir, iman, ülkü aşkı … İnsanları güçlü yapan bunlardır.
Türkçüler Günü olan 3 Mayıs (1944) büsbütün ayrı bir düşüncenin sonucudur. İç düşman olan, kılık değiştirerek milletin içine giren ve hükümetin gafletinden yararlanan komünizme karşı Türkçü gençlerin bir uyarma yürüyüşüdür.
Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer maddi güçleri tarafından yok edilmeden önce, manevi ve fikir güçleri tarafından esaret atına alınırlar. Böyle bir toplumun esir ve yok olması kesin hale gelir.
Türk Devletinin yenilmez, zinde hayat gücü ve Türk Milletinin teminatı ve istikbali gençliktir.
Türk aydınları için Batı’nın sığınması olmak bir ideal olarak benimsenmiştir. Milletimiz için bundan korkunç felaket düşünülemez.”
Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür.
Gençliğimizi büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlaksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş.
Ülkücüler, insanlık âlemi içinde ne uşak olmayı, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyen şerefli bir bayrağın taşıyıcısıdır

13 Kasım 2007 Salı

ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI

Türk Adı ve Kavramı
Türk milleti tarihin en eski milletlerinden birisidir. Bu milletin adı olan "Türk" sözü ise eski çağlardan bu yana kullanılmaktadır. O dönemlerde atalarımızın "yazılı belge" bırakma geleneği bulunmadığı için. Türkler hakkındaki ilk bilgiler Çın kaynaklarında yer almaktadır. Bu konudaki eski belgeler, Çin hükümdar yıllıklarında bulunmaktadır. Buna göre, belgelere dayanan tarihi kaynaklar ilk Türk devletinin Büyük Hun İmparatorluğu olduğunu göstermektedir. Bu da M.Ö. 209 tarihidir. Büyük Hun Devleti gibi dönemin eşsiz teşkilatlarından birisini hazırlayan bir kültürün, bir medeniyetin olması tabiidir. Bunun yanı sıra, daha önceki çağlarda varlığı bilinen Sakalar veya İskitler'in, Türklerin kurduğu ilk devletlerden biri olduğu yolunda bazı ılım adamlarının görüşleri de mevcuttur. Ancak bunlar hakkında belgelere dayalı bilgi bulunmamaktadır.
Türklerin anayurdu olarak Türkistan'ın kuzey bölgelerindeki Altay Dağları ile Orhun Irmağı'nın mecrası ve kıyıları gösterilmektedir. Fakat daha sonra Hazar Gölü ile Çin seddi'nin batısında bulunan çöle kadar yayılan Türkler, bugün tarihçilerin Ortaasya veya Türkistan dedikleri bölgeleri vatan yapmışlardır.
Bilinen tarihi seyir sonucunda Türkler bu vatana, Balkanlar, Anadolu, Karadeniz'in kuzeyi. Ortadoğu'nun bir bölümü, Kafkasya ve Sibirya'nın güney bölgelerini de katmışlardır. Türk adı ve kavramı; tertemiz bir saflığın, doğruluğun, iyiliğin, yüksek ahlakın, bilgi ve aklın, bilime ve bilim adamına saygının, gücün, kuvvetin, disiplinin ve bütün bunların tabii bir sonucu olan teşkilatçılığın tarifi olmuştur.
2- Millet ve Milliyetçilik:
Ernest Renan'ın 1890'larda yaptığı tarife göre, millet; "ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur." Renan'ın bu tarifi, dünyadaki bilim adamlarınca en kısa ve özlü tanım olarak kabul görmüştür.Milliyetçilik ise. kısa, basit ve öz olarak, "ferdin mensubiyet duyduğu kendi milletine ve onun değerler manzumesine, aşkla, imanla bağlanması ve bu değerleri yüceltmek için çaba göstermesi" şeklinde özetlenebilir. Burada milliyetçiliğin özelliklerini de kısaca belirtmekte fayda umuyoruz.
a- Milliyetçilik, akılcıdır. Mantığa, adalete ve sosyal dayanışmaya özel bir önem veren fikir sistemidir.
b- İdealizmi ve insanlığın mutluluğunu esas alan bir iyimserliğe sahiptir.
c- Sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. Dolayısıyla insanlarda kan aranmaz, ruh ve imana önem verilir.
d-Halkın hür iradesinin hakim olmasını arzu eder. Kendi milletinin yanı sıra, diğer milletlerin de hür olarak yaşamasını benimser. Köleliği reddeder, sömürü ve emperyalizme şiddetle karşıdır ve en önemli özelliklerinden birisi de demokrat oluşudur.
e- Bütün milletlerin yaratılış ve istidatlar yönünden eşit olduğuna inanır. Üstün millet-aşağı millet faraziyelerini kesinlikle reddeder.
f- Milliyetçilik, şuura, bilgiye, ilme dayanır. Başta kendi milleti tarafından vücuda getirilen medeniyet olmak üzere bütün medeniyetlere saygı duyar.
g- Milliyetçilik, sahip bulunduğu bu özelliklerin ancak demokratik düzende gelişip serpileceğine inanır.
3- Milli Hakimiyet
20. yüzyıl başlarında Türk Amme Hukuku'na giren önemli yeniliklerden birisi de milli hakimiyet kavramıdır. Bu kavram, millet tarafından devlete verilen iktidar gücü olarak da tanımlanabilir. Hakimiyetin kişi, hanedan veya bir zümre yerine, bütün millete ait olmasıdır. Millet ise kendini oluşturan kişilerin üstünde, onlardan ayrı ve bağımsız bir varlıktır. Dolayısıyla siyasi iktidarı elinde bulunduranlar, söz konusu iktidarın sahibi değildirler. Bu güçlerini hakimiyetin asıl sahibi olan millet adına kullanırlar. Bu kavram Milli Mücadele liderleri tarafından 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Haklan Beyannamesi'nden alınarak Türk devlet hayatına kazandırılmıştır.
Milletin hakimiyeti kullanabilmesi için bir "meclis"e ihtiyaç bulunuyordu. Bu da Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Mustafa Kemal milli hakimiyet kavramını devlet hayatına geçirirken, Türk milletine istinad ediyordu. Bu anlayıştan hareketle Atatürk ilkeleri denilen sisteme milliyetçilik kavramını almıştır. Mustafa Kemal, milliyetçilik mefkuresini siyasi anlamdan da ayırmıştır.
Son dönemlerde yetişen bilim adamları milliyetçiliği "modern bilime ve marksizme göre milliyetçilik" olarak iki ayrı grupta değerlendirmişlerdir. Modern bilime göre milliyetçiliği sosyolojik, kültürel, ideolojik ve doktriner milliyetçilik şubelerine ayırmak mümkündür.
4- Milliyetçiliğin Tasnifi
a- Sosyolojik Milliyetçilik:
Duyguya, hisse, aşka dayanır. Bir millete mensup fertlerin kendi milletine karşı beslediği bağlılık duygusu ve şuurudur. Sosyologlar, fertlerin mensup oldukları topluluğa bağlılık duygusuna "zümre şuuru, zümre hissi, zümre hissiyati" gibi adlar vermektedirler. Bu şekilde birbirine bağlı fert ve ailelerin, toplulukların duydukları mensubiyet şuuru sonucunda kavimler ve milletler meydana gelmiştir, medeniyetin gelişmesinin ;emelini de bu duygu ve düşünceler meydana getirmiştir.
Atatürk bu konuda şunları söylüyor;"Biz doğrudan doğruya miliyetperveriz. Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı Türk kültüm ile ne kadar dolu olursa, o topluluğu dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.""Milletimiz sahip olduğu vasıfları ve liyakatim, hükümetinin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla göstermeyi başaracaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda tuttuğu mevkie layık olduğunu, eserleriyle isbat edecektir."
b- Kültür Milliyetçiliği
Bir milletin siyasi, askeri ve medeniyet tarihini, yani hukukundan devlet anlayışına, sanatından ekonomisine kadar bütün alanların, ilmi ölçülere göre incelenmesi ve bu gerçeklerin milletin fertleri tarafından özümsenerek zihinlere nakşedilmesidir.
Mustafa Kemal'in bu konudaki sözleri de bize ışık tutmaktadır;"Milliyet davası, şuursuz ve ölçüsüz bir dava tarzında düşünülmemelidir. Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir mefkure meselesidir."
Kültür milliyetçiliğinin ön şartı, sosyolojik milliyetçiliktir.Çünkü ruhen ve aşk ile milletini sevmeyen bir insanın, ilmi gerçekleri şuurlu bir şekilde kabul etmesi, benimsemesi düşünelemez. Milliyetçiliğe göre, maddi ve manevi gelişme için milletlerarası kültür alış veriş son derece tabiidir. İnsanların, serbest düşüncenin tabii bir sonucu olan modern bilim ile yeni hakikatlere ulaşacaklarını kabul eder.
c- İdeolojik Milliyetçilik:
Siyasi ve sosyal bir doktrini olan bir hükümetin, parti, dernek veya sendikanın hareketlerin; yön veren düşünce ve görüşler sistemidir. Buna : siyaset veya politika da denilebilir.
Atatürk'ün şu sözleri ideolojik milliyetçiliği çok güzel ifade ediyor; "Bizim milletimiz derin bir geçmişe maliktir. Bu düşünce, bizi elbette altı-yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvelki dönemlerin her birine eşit olan büyük Türk devletlerine kavuşturur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
d- Doktriner Milliyetçilik:
Milletlerin, meşru bir yönetim şekli ve belli bir program dahilinde kendi kendilerim yönetme esasına dayanır.
Buna göre, hükümranlık hakkı millete aittir. Hiçbir fert ve grubun millete dayanmayan bir otoriteye sahip bulunamayacağı ve milletlerin kendi kaderini tayın etme hakkına sahip olacağı ilkesidir. Milliyetçilik, sağcı ve solculuğun tamamen dışındadır ve bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Atatürk şöyle der; "Hakimiyet milletin tamamına aittir. Demokrasi prensibi, milli hakimiyet prensibine dönüşmüştür." "Mecliste yoğunlaşan milli iradenin fiilen vatanın mukadderatını ele almış olduğunu kabul etmek temci prensiptir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir kuvvet yoktur ."
"Milli iradeye dayanarak Türkiye'nin mukadderatını elinde tutan meşru w müstakil tek hakim kuvvet Büyük Millet Meclisi'dir."
5- Milliyetçiliğe Düşman Unsurlar:
Milliyetçiliğe düşman olan fikirlerin başında marksizm gelir. 'Marksizm, modern bilimin ortaya koyduğu şekilde yani, "ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğu" şeklinde tanımı ve millet kavramını reddeder. Dünya tarihini "sömüren ve sömürülen" sınıfların mücadelesi olarak ele alır. Dolayısıyla milliyetçilik duygu ve kavramını reddeder.
Bunun yanı sıra marksizmin, milliyetçiliği; ırkçılık, şovenizm (kendi milletinin kusurlarını ve başka milletlerin olumlu taraflarını görmeme), irredantizm (Rus, Sırp ve Yahudilerin günümüzde uyguladığı saldırgan milliyetçilik), sağcılık, aşırı sağcılık, Turancılık (dünyadaki Türklerin ortak bir medeniyete mensup olduklarına inanma ve bunlara sempati gösterme) gibi modern bilimin kesin hatlarla birbirinden ayırdığı kavramları kaşıdı olarak tahrif eder ve bunların tamamım milliyetçilik içinde mütalaa eder.
Marksizmin kurucuları Marks ve Engels, Komünist Beyannamesinde millet ve milliyet kavramlarını birer burjuva uydurması olarak gördüklerini ve işçilerin vatansız olduğunu, dünyanın işçiler ve burjuvalar olmak üzere iki sınıfa ayrıldığını öne sürüyorlardı. Marks. 4 Kasım 1864 tarihinde Engels'e yazdığı bir mektupta, Enernasyonal Toplantısında yapacağı konuşmada, "milliyetler" tabiri yerine "memleketler" kelimesini kullanmayı tercih ettiğini belirtiyordu.
Lenin ise, "burjuva milliyetçiliği" adım verdiği milliyetçiliğin, bir milletin işçileri, proleterleri ile burjuvalarını bir araya getirişinden ve çeşitli milletlerin proleterlerini birbirinden ayırışından yakınır. Lenin, "liberal burjuva milliyetçiliği"nin sınıf mücadelesine karşı silahının "milli kültür" olduğunu ve bunu bir burjuva hilesi olarak kabul ettiğini belirtir. Lenin'e göre milli ve manevi değerlerin kaybedildiği bir kültür meydana getirilmesi esastır. Bu da ancak proleter kültür olmalıdır.
Diğer taraftan marksist liderler uygulamada, mensup oldukları milletin refah ve mutluluğu için, marksizmi bir araç, bir paravan veya örtü olarak kullanmışlardır. Uygulamada ise Lenin, Rus milletinin, Mao, Çîn milletinin mutluluğunu her şeyin üstünde tutmuşlardır.
Atatürk, komünizm konusunda o önemde milleti bakınız nasıl uyarıyor!
"Biz ne Bolşevik, ne de komünistiz. Ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetçi ve dinimize hürmetkarız.""Memleketimizin hali, sosyal sanılan, din ile milli ananelerinin kuvveti, Rusya'daki komünizmin bize uygulanmasına imkan olmadığı kanaati doğurmuştur.!'
6- Yüzyılımızın Yükselen Değeri Milliyetçilik ve Türkiye:
a- Milli Hakimiyet:
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış ve başkenti ile topraklarının tamamına yakını galip devletler tarafından işgal edilmeye başlamıştı, imzalanan Sevr Anlaşmasıyla Türkler'e Orta Anadolu'da küçük bir toprak parçası layık görülmüştü. İşte bu şartlar altında ordu mensuplarının liderliğinde ve sivil kadroların da iştirakiyle Anadolu'da Milli Mücadele başlatıldı. Asker ve sivil kadroların birleştiği ana nokta. Türk vatanının düşman işgalinden bir an önce kurtarılması gerçeğiydi. Türk vatanı ise, temelleri Erzurum Kongresi'nde atılan ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda ilan edilen "Misak-ı Milli" idi. Misak-ı Milli sınırlan içerisinde yaşayan Türk milletinin kayıtsız ve şartsız milli hakimiyetini sağlama düşüncesi, milliyetçi liderlerin başlıca gayesi durumuna gelmişti. Bu hareketin çekirdek kadrosunun başına Mustafa Kemal getirildi ve kendilerine de "Kuvay-ı Milliyeciler" denildi. Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarının görüş ve düşüncelerini her fırsatta açıklıyordu. Biz de Mustafa Kemal'in görüşlerini esas alarak konunun tespitine çalışacağız.
Mustafa Kemal'e göre Milli Mücadele'nin asıl gayesi işgal altında vatan topraklarını düşmanlardan kurtarmak ve bu topraklarda milletin hakimiyetini sağlamaktı. Sürdürülen çetin mücadeleler sonucunda kurulan devlet teşkilatına ve onun düzenine ait bir Anayasa vazedildi. Çünkü, "Türk"ün haysiyet, izzet-i nefs ve kabiliyeti çok yüksek ve çok büyüktü. Böyle bir milletin esir yaşamaktansa ölmeyi tercih edeceği, dolayısıyla temel parolası da ya istiklal ya ölüm olmuştu. Mustafa Kemal, Mülkiye Mektebi öğrencilerine hitaben yaptığı bir konuşmada, Türk milletinin hedefini şu şekilde açılıyordu. "Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için yükseklik hududu yoktur. İşte parola budur."
Milli Mücadele liderleri Osmanlı Devleti'nin yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde ortaya çıkarak, Türk milletine düşman unsurların devleti ortadan kaldırma ve bu devletin asli unsuru olan Türkleri imha etmekten başka bir düşünceleri olmadığını her yerde anlattılar. Bu gerçek karşısında Türk milleti yeni bir iman ve azimle devleti kurmaya muvaffak olmuştur, kurulan bu devletin dayandığı asıl temel de "istiklal-i tam" ve "bilakayd-ü şart hakimiyeti milliye"den ibarettir. Türk milleti son derece zor şartlarda elde ettiği bu hakimiyetin bir zerresini dahi feda etmemekte kararlıdır.
b-Millet Anlayışı:
Milli Mücadele liderlerine göre, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranların tamamına "Türk milleti" deniyordu. Mustafa Kemal milleti hakkında düşüncelerini şu şekilde özetliyordu: "Türk milletinin cedd-i ilası Türk namındaki insan, Nuh Aleyhisselam'm oğlu Yafes'in oğlu olan zattır. Türkler 15 asır evvel Asya'nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligah olmuş birer unsurdur. Sefirlerini Çin'e gönderen ve Bizans'ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi."
Mustafa Kemal'in burada sözünü ettiği "Türk" hakkındaki bilgiler, destanlara dayanıyor. Bu yönde tarihi bir belge mevcut değildir. Ancak, Hunlar Çin elçilerini, Göktürkler de Bizans elçilerini kabul etmişlerdir, bu tür bilgiler tarihi kaynaklarda mevcuttur.
Mustafa Kemal ve arkadaşları Milli Mücadeleyi başlattıklarında maddi güçten yoksun bulunuyorlardı. Ancak son derece büyük bir zenginlikleri vardı. Bu da "Büyük Türk milletinin asaletinden doğan yüksek ve manevi bir kuvvetti ve bu kuvvete, yani Türk milletine güvenerek" işe başlamışlardı. Bu kuvvetse, milli sınırlar içerisinde kurulacak yönetimin Erzurum Kongresi'nde temelleri atılan hakimiyet-i milliye esaslarının uygulanmasını ve bu yönde teşkilatlanmasını istiyordu. Türk milliyetçileri sor ve çetin mücadeleler sırasında ortaya çıkan milli mevcudiyetin temelini, milli şuur ve milli birlikte görüyorlardı.
Uyanan bu milli birlik ve milli şuurun bir itici güce ihtiyacı vardı. İşte bu güç Türk birliğinin kudret ve kabiliyeti ile Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesi olarak Türk ordusunu ortaya çıkarmıştı. Mustafa Kemal'in söyleşiyle, Türk ordusu "Türk topraklarını ve Türk idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olunan sistemli çalışmalım yenilmesi imkansız teminatı" olarak görülüyordu.
c- Cumhuriyetin Hedefi: Demokrasi
Milli Mücadele liderleri, içinde bulundukları ağır şartların tahlilini iyi yapmışlardı. Bu yüzden şartların gereğini yerine getirmek için yoğun bir tempoda göre yapıyorlardı. Mustafa Kemal'e göre "yeni Türkiye'nin eski Türkiye" ile bir alakası yoktu. Ancak milletin değişmediği ve yeni devlerin, eski devleti meydana getiren ana unsur olan Türk milleti tarafından kurulduğunun da şuurundaydı. Yeni kurulan devletin yönetim şekli bu dönende çeşitli tartışmalara yol açmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bir Fransız dergisine erdiği demeçte yeni devletin rejimini şu şekilde özetliyordu:
"Şurası unutulmamalıdır ki, bu tarz-ı idare, bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz, ne de komünist, ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperveriz ve dinimize hürmetkarız. Hülasa bizim şekl-i hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir."
Mustafa Kemal, yeni rejimin ana ruhunu bu şekilde özetliyordu. Nitekim Türkiye'de yaşayan insanlar ırken ve dinen, kültür yönünden bir ve beraberlerdi. Bu itibarla birbirlerine karşı son derece saygılı, gelecekteki ortak çıkarların bir arıda ve birlikte olduğunun farkındaydılar.
Mustafa Kemal, yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı gibi, "Türk milleti" fikrinde ısrarla durmuştur. İthal malı gibi gözüken görüşlere de "Ne mutlu Türk'üm diyene" vecizesi ile anlamlı cevap vermiş ve Türk damgasını vurmuştur. Dil, tarih, medeniyet, sanat, ekonomi ve siyaset gibi alanlarda her türden değerin millileşmesi için çaba harcamıştır.
Alparslan Türkeş, bu değerler manzumesi ortamında yetişmiş, dünya görüşüne, hareket tarzına, duygu ve düşüncelerine işte bu milli değerler yön vermiştir.
7- Türkeş'in Milliyetçilik Anlayışı:
Türkeş, Türk milletinin yeni bir yolun yolcusu ve yeni bir kaderin sahibi olması gerektiğini düşünüyordu. Bu yeni yol, Türkiye'yi bilimde, ahlakta, teknikte ve sanayide yeryüzünün en ileri ülkesi yapmak isteyenlerin yolu olacaktı.
Türkeş, tıpkı Orhun Kitabelerindeki gibi, geceyi gündüze katıp emek harcayarak, ter dökerek kendi düşünce eserlerini meydana getirecek ve Türk milletini kökünden koparmadan, bilimde, sanatta kanatlandırıp çağlar üzerinden uçuracak gerçek aydınlara ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyordu.
Türkeş, bunun için sadist Slav marksizmine veya soğuk Anglo-Sakson kapitalizmine sarılmaya gerek olmadığını, üçüncü bir yola ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Ülkede sosyal adaleti ve Türk milletinin toplum olarak büyük bir hızla kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli ve milli bir doktrin olması gerektiğini vurguladı. Bu doktrinin ruhunu "Her şey Türk milleti için, Türk'e doğru ve Türk'e göre" prensipleri teşkil etti. İşte Türkeş'in o ünlü "9 Işık Doktrini" bu düşüncelerin ürünüdür.
Türkeş Türkiye'de yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğunun Türk milletini teşkil ettiğine inanır. Bu sınırlar dışında yaşayanlarla birlikte çok büyük ve geniş bir aile olan Türkler'in, temel varlığı ve meselelerin çözüm yeri ve sahibi olarak Türkiye'yi gördüklerine inanır. Bu bakımdan Türkiye'nin birinci planda ele alınması, korunması ve yüceltilmesinin başlıca konuyu teşkil ettiği görüşündedir.
Alparslan Türkeş'e göre Türk milliyetçiliğinin temel görüşünü şu şekilde özetlemek mümkündür.
"Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatan bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakarlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür."
Türkeş'in milliyetçilik anlayışının temelinde, Türk milletine karşı beslenen derin sevgi yatmaktadır. Türkeş;
"... Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin ve köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlama duygusundan kuvvet alır" der.
Türkeş'in ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği anlayışında, başka milletlere karşı kin ve nefrete, gareze, öfkeye yer yoktur. .Türk milletine duyulan derin sevgi esastır.
Türkeş'in Türk siyasi hayatına kazandırdığı ve kitleleri derinden etkilediği milliyetçilik anlayışının yanına "Türkçülük" kavramını da oturtmak gerekir.
"Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük Türk milletinim hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır."
Alparslan Türkeş'teki bu yüksek manevi anlayış, Ülkücülüğü doğurmuştur. Türk muhitini en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarma, mutlu, müreffeh, bağımsız, hür ve kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturma ideali Türkeş'in ülküsünü oluşturur.
"Bizim ülkücülüğümüz, daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi "hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul eder."
Alparslan Türkeş'e göre Türk milletinin "kutlu güç kaynaklarının" başında İslamiyet, milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Ayrıca birlik, beraberlik, iç barış ülküsü, cihan devleti kurabilme özellik ve kabiliyeti de Türk milletinin temel özellikleri arasında yer alır.
Türkeş, ülküsünü, idealini, sevdasını, aşkını bilim adamları, aydınlar ve gençlerle paylaşmıştır. Özellikle de gençlere hitab ederken Bilge Kağan gibi; "Ey Türk! Titre ve kendine dön" diye kükremiş ve bu dönüş iki bine iki kala en yüksek temposuna ulaşmıştır. Gençleri, aydınlan sevdasına ortak olmaya, yeni ufuklara çağıran Türkeş, Ülküsünü Bilge Kağan'dan, Kür-Şad'ın izinde Anadolu'ya kazımıştır:
"Ben Türk milletini:Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,Ahlaktan mahrum bir hürriyete,Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum:Yeniden maneviyata dönüş...Türk aydınları, Türk gençliği, buluşma yerimiz Büyük Türkiye'dir."Türkeş, ömrünü Türk milletine adamıştı. O'nun milliyetçilik anlayışı, yüksek ahlâkı, maneviyatı, elbette bu satırlara sığdırılamaz. O bir "Bozkurt" idi. O'nun heyecanını, ülküsünü duyabilmek, yaşayabilmek, O'nu öğrenip anlayabilmek önemlidir."Dün Ergenekon şeddinden geçerken önümüzde bir Bozkurt vardı. Bugün Türklük için en iyiyi, en güzeli her ne pahasına olursa olsun elde etme mücadelesine binlerce Bozkurt olarak yürümekteyiz, yarın ise hür ve mesut ufuklara doğru milyonlarca Bozkurt olarak koşacağız."
8- Türkeş'in Siyasi Hayatından Kesitler
Bugün 60'lı yaşların üstünde olanlar, yani babalarımız, savaş, açlık, kıtlık, karne dönemlerini görmüşlerdir. Bu kuşak, zor yılların da etkisiyle, yalnızca yaşayabilmeyi, hayatta kalabilmeyi, daha açık söyleyişle midelerini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı kendileri hiçbir zaman suçlanamaz.
Türkeş, Türk milletinin bir siyasi parti etrafında toplanması gerektiğine inanıyordu. Sürgün dönüşü ayaklan havaalanında vatan topraklarına değer değmez bu düşüncesini hayata geçirmek için çalışmalara başladı. Türk gençliğine Türk milliyetçiliği konularında bir öğretmen gibi dersler verdi. Gece gündüz çalıştı. Yorulmadı, yılmadı, yüksünmedi. Çalıştı, çalıştı, çalıştı... İhanetlere uğradı, terk edildi, yalnız bırakıldı. En yakınlarından Türk milleti uğruna şehit verdi. Ama o çelikleşmiş iradesiyle, engin fikirleriyle her zaman çalıştı. Yılmadı...
Türk milletinin yeni bir ruhla silkinmiş evlatlara ihtiyacı vardı. Türkiye, 1960'ların özellikle ikinci yarısından başlayarak, 70'li yılların ortasına kadar unutturulmuş olan "Türk" kimliğiyle yeniden tanıştı. Türk milletinin kalkınmış Ülkeler seviyesine çıkabilmesi için milli kimliğin hakim kılınması ve yetişen gençlerin Türk olduğunun idrakinde olması gerekiyordu. Türkeş'in Türk milletine ve Türk gençliğine hatırlattığı vasılların başında "Türk milliyetçiliği" gelmektedir.
"Bizim Türk milliyetçileri olarak davamız, Türk milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyyen devam ettirmek davasıdır. Bu fikrin, bu davanın üstünde başka hiçbir fikir, başka bir dava yer alamaz."
Türkeş, "Türk" milletine mensup olduğunun şuuruna varan gençlere 1970'li yılların ikinci yarısından itibaren dinlerini hatırlatmıştır, "İslam ahlâk ve fazileti" olarak tarif ettiği İslam dininin bütün gençlerin yüreklerinde duymasını sağlamıştır. Şüphesiz Türkeş, Balıkesir yöresi Türkmen aşiretlerinden Çipniler'in MHP'ye ilhakı dolayısıyla yaptığı bir konuşmasında, Alevi vatandaşların da MHP'ye katılması gerektiğini ve Türk-İslam ülküsünü hayata geçirmek isteyen tek partinin MHP olduğunu söylemişti. Türkeş bu konuşmasını, "Yolumuz Allah yoludur" diyerek bitirmiş ve Alevi-Sünni ayırımının Türk mille! ine yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu belirtmişti. Bu açıklamadan sonra Alevi vatandaşlarımız kitleler halinde MHP'ye iltihak etmişti.
Gerçekten de o yıllarda Türkiye sağcı-solcu, Alevi-Sünni, ilerici-gerici olarak bölünmeye parçalanmaya çalışılıyordu. Komünistler bazen Atatürkçülük maskesi ardına sığınarak, bazen de halkların, işçilerin, emekçilerin ezildiğini öne sürerek bunları kendilerine kılıf yapmak suretiyle, Türk milletine yönelik saldırıları hep cepheden sürdürüyorlardı.
Türkeş ise o dönemde ortaya çıkarak, "Biz ne sağcıyız ne solcu, Türk milliyetçisiyiz. Ancak, halkın anladığı manada sağcı olabiliriz. Türk mîlletini ve vatanını kamplara bölmeyin. Sesimize kulak verin. Bu kavga sağ-sol kavgası değildir, bir dış saldırıdır. Demokratik rejime yönelmiştir. Ülkeyi yıkmak istiyorlar" demişti.
Ancak o kara dönemde bazı çevreler bu sese kulak asmıyorlardı. Hem içeriden hem de dışarıdan pek çok işbirlikçi, Türkeş aleyhine kampanyalar, yürütüyorlardı. Faşist dediler, Irkçı dediler. Kafatasçı dediler. Fakat o bunların hiçbirisinden yılmadı. Çünkü söylenenlerin hiçbirisi değildi. O Türk milletinin "Başbuğu" idi.
Yerli ve yabancı ihanet şebekelerinin ve gafillerin uzantıları Türkeş'i yıkmak, Türkeş'i karalamak, Türkeş'i yok etmek için türlü oyunlara başvurdular. O bunların hepsini zamanında öğrendi. Gereken tedbirleri aldı.
Çünkü Türkeş, Türk milletine güveniyordu.
Türkeş gür sesiyle millete yaptığı çağrıyı sürekli tekrarlıyordu: "Bizleri milliyetçi Türkiye'ye götürecek ana ilkeler, temel hedefler Dokuz Işık Doktrini'nde gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en dinamik ideolojisi, Türk milliyetçiliğidir. Dokuz Işık Doktrini ve Türk milliyetçiliği ideolojisini sizlere takdim ediyorum. Bunları sonuna kadar savunacak, Türkiye'nin en ücra köşesine kadar yayacaksınız."
12 Eylül harekatıyla Türk milliyetçilerinin kervanı basıldı. Kervan yağmalandı. Çünkü Türkeş iktidara yürüyordu. C-5 tezgahından pek çok ülkücü geldi geçti. Kışın zemherisinde çırılçıplak soyularak gecenin karanlığında kilometrelerce yürütülen Ülkücüler vardı. Elektriğin tuzlu acısını hücrelerinin her zerresinde hisseden Ülkücüler vardı.
Türk milleti için çekilen acılara, sıkıntılara, ayrılıklara, gözyaşına rağmen, Türkeş yılmamıştır. Tutsaklık günlerinden sonraki bir görüşmede, şöyle diyordu:
"Dünyanın her yerinde Türkler yaşamaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan, dal budak salan Türkler'i, önce bulundukları yerlerde teşkilatlandırmak gerekir. Ardından bu teşkilatlar yılın belli gününde bir araya gelip "Dünya Türkleri Kurultayı" tertiplenmelidir. Bunu Yahudiler, Ermeniler, Çinliler, Yunanlar ve daha pek çok millet yapıyor. Türkler'in büyük bölümü ise esirdir..."
Türkeş, basılan kervanı, yabalanan kıymetleri yeniden toplarlamak için gece gündüz çalıştı. Yok olan teşkilatı yeniden toparladı. Türkmen atasözünü ne güzel söylemiş: "Göç yolda dizilir..."
"Emanet olunan davayı kucakladım. Hiç arkama bakmadan, tereddütsüz, hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. İleriye doğru yürüyoruz. Hızlanıp koşmak gayreti içindeyiz.. Koşacağız. İleriye gittikçe geride kalmayıp, beni takip edin. Bu mücadelede her hangi bir sebeple ben düşersem bayrağı kapın, daha ileriye gidin."
1991 yılında yapılan seçimlerde Türkiye yeni baştan nefes aldı.
Ancak Türkiye'nin bütünlüğü tehlikedeydi. Milletin birlik ve beraberliğine kasteden hain çeteler yine sahnedeydi. Vatandaşlarımız-her gün ölüyordu. Askerimiz, polisimiz şehit ediliyordu. Ülkede Türk-Kürt ayrımı yapılıyordu. Alevi-Sünni çatışması körükleniyordu. Türkiye; güzelim vatanımız, birkaç cepheden kamplara ayrılmak isteniyordu. Anaların gözyaşı dinmiyordu. İki aylık kundaktaki bebelerin üstüne şarjörler boşaltılıyordu. Oyun aynıydı: "Parçala-birbirine vurdur-kırdır..." Dün oynananlar aynıydı. Oyuncular da aynıydı. Türk milletine ve Türkiye'ye melanetlerini kusanlar, bugün de aynı.
Geçmişte bunların sebebi olarak gösterilen MHP ne yapıyordu? Türkeş'in yıllar önce ortaya koyduğu gerçekler, artık devlet politikası haline gelmişti. Türkeş'i zindanlara koyanlar, O'nun görüşlerini, reçetelerini uyguluyorlardı.
Türkeş'e karşı en haksız, en ağır ithamlarda bulunanlar, Türkeş'ten bir özür bile dilemediler. Türkeş ise, böyle bir şartı elinin tersiyle itiyordu.
Türkeş bunlara ne dedi:
"Türkiye'nin dışında Türkler var. Türkiye kardeşlerinin hürriyet ve müstakilliğini kazanabilmesi için her yola başvurmalıdır.",
Anadolu'da yaşayan Türkler varlık mücadelesini verirken, bütün Türk Dünyası'nın varolma savaşım sürdürürken, ayıplanan, suçlu görülen, ırkçı denilen, Turancı(!) diye horlanan Türkeş, herkesin Türk cumhuriyetleri ile kucaklaşmasını, hatta bunun yeterli olmadığını söyleyerek hükümetlere yüklenilmesini, sitem edilmesini sevinçle karşıladı. Bunun yanısıra hiçbir zaman gurura kapılmadı. Çünkü O Başbuğu idi, Türk milletinin Başbuğu...
Türk töresine göre, babanın sağlığında evladın malı olmaz. Evlatlar, babanın sağlığında hiçbir hak iddia edemezler. Ancak ölüm hak, miras helaldir. Ata ise, evlat için can kadar azizdir, kutsaldır. Çünkü insanın babasını seçme hakkı bulunmadığı gibi, yeni bir ata elde etmesi de mümkün değildir. Bu durumda evlada düşen, babasının dizi dibinde oturup, onun ağzından çıkacak her sözü emir belleyip harfiyyen yerine getirmektir. Tabii bu söylediklerimiz, Oğuz töresini içine sindirenler içindir. Türklerde töreler her şeyden üstündür.
Töreleri aziz bilenler, Türkeş'in dizinin dibinden ayrılmadılar. Çünkü O'na inanmışlardı. Türkeş'e güvenmişlerdi.
Türkeş, devlet adamlığının gereklerini yerine getirerek Türk milletinin dertlerine çareler üretmeye devam ediyordu. Kamuoyundan büyük bir destek sağlamıştı. Yapılan yoklamalarda en önde çıkan Türkeş'ti. Türkeş, işi sıkı tutuyordu. Her fırsatta kervanı basmak isteyen uğrulara karşı daima uyanık, ihtiyatlı, tedbirli ve zinde olmuştur, Türk milletine yaptığı çağrılarda, Hacı Bektaş Veli'nin buyurduğu gibi "Gelin canlar bir olalım" diyordu. Ancak çaşıtlan, uğruları, iblisleri, kırmızı sakalları çok iyi tanıyordu. "Gel kim olursan ol gel. Tövbeni yüz bin kere bozmuş olsan da yine gel" demiyor muydu Mevlana? Türkeş Halil İbrahim sofrasıydı. Gelenler kim olursa olsun, ancak kısmeti kadar alabilirlerdi bu Yesevi Ocağı'ndan.
Türkeş'in ocağında hafız kadar duru berrak zihinler, dimağlar, Yusuf yüzlüler vardı. Çetin günlerde her türlü zorluğu gül bahçeli otağlara çevirmişlerdi. Bunu başaran isimsiz kahramanlardı. Gel, kim olursan ol yine gel: "Yel kayadan ne alır?"
Türkeş, tutsaklık günlerinin sonunda söylediği hayaline nihayet kavuşmuştu. Bir 21 Mart gününde, Bozkurtlar Ergenekon'dan yine çıkmışlardı. Bu Nevruz gününde, başta yine o vardı. Hem de en başta yürüyordu. Antalya'da bir araya gelen Türk Dünyası'nın aksakalları, liderleri, aydınları, okumuşları, ozanları, yöneticileri... hepsi hepsi oradaydılar. Onlar Başbuğlarını selamlamaya gelmişlerdi: "Selam sana Başbuğum." Nevruz gününde, Ulıstın Ulu Kününde, o aziz günde, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne, Sibirya'dan Hint ülkesine, mağrıbtan maşrıka kadar bütün Türk Dünyası'nın elçileri, Başbuğ'u selamlamaya koşmuşlardı. Yere diz vurup baş eğdiler. "Selam sana Başbuğum..."
Başbuğ bir bilge kişiydi. Başbuğ bir erdemli kişi idi. Başbuğ bir koca kişi idi. Başbuğ bir aksakal idi. Başbuğ bir dünya lideri idi. Başbuğ bir kor ateş idi. Başbuğ bir yumuşak ipek idi. Başbuğ bir yürek idi. Başbuğ Bozkurtlarını kucaklayan bir çift kol idi...
"Değerli dava arkadaşlarım. Türkiye'nin bugün her dönemden daha çok birliğe ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Ayrılık tohumları ekenlere karşı, hassas olalım. Birlik, beraberlik, sabır, hoşgörü, sevgi ve kardeşlikten yana olalım. Kutsal davamızı ileri götürmek için canla başla çalışalım. Allah yardımcımız olsun."
Başbuğ böyle diyor, emrediyor. Bozkurtlar, dün olduğu gibi, bugün de yarın da Türkeş'in arzularını emir kabul edip, açtığı yoldan, onun önderliğinde kutlu yarınlara adım adım ilerleyeceklerdir. Çünkü Ülkücüler söz vermişlerdir. Ülkücüler sözünün eridir. Türkeş'in diktiği Kızılelma tuğunu kapıp yükseklere, daha yücelere taşımak için yarış içerisindedirler.
9-Sonuç
Başbuğ, Etlik Kasalar'daki bir mitingde, Bozkurtlar'ın azim ve iradesi, milletin kararlılığı ile komünizmin çöktüğünü anlatıyordu. Kızılelmayı ise Saraybosna'ya, Kafkaslar'a, Tanrı Dağları'na, Ötüken'e diktiğini söylüyordu. Türkeş, Türk milletinin önündeki en önemli zorluğun, "cahillik" olduğunu vurgulayarak, buna karşı savaş açtığını ilan ediyordu: "Bilge kişiye bilgili Bozkurt gerektir." Türkeş, diyordu:

10 Kasım 2007 Cumartesi

Dede Korkut Kimdir ?

DEDE KORKUT'UN SOYU
Dede Korkut’un soyu hakkında kesin bir bilgi elde edilememekle birlikte, mukaddimede Bayat Boyu’ndan olduğu geçiyor. Ayrıca bazı kaynaklar Kara Hoca’nın oğlu olduğunu söylemektedir.Ebulgazi de Kayı boyundan olduğunu yazmıştır. Karmış Han’ın oğlu demiştir. Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan olduğunu söyler. Bir başka rivayete göre de Hıristiyan Aziz Kirkor’dur.
DEDE KORKUT’UN KİŞİLİĞİ
Dede Korkut’un destanların ilk anlatıcısı olduğu tahmin edilmektedir. Hikayelerde veli bir kişi olarak ortaya çıkar. Oğuzlar önemli meseleleri ona danışırlar. Keramet sahibi olduğuna inanılır. Gelecekten haberler verdiği söylenir. Ozan ve kamdır. Kopuz çalıp, hikmetli sözler söyler. Kopuzuna da kendine duyulduğu gibi saygı duyulur.Oğuzname’de, Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı ve Hz. Muhammed’e elçi olarak gönderildiği anlatılmaktadır. Oğuz Han’a vezirlik yapmış olduğu da düşünülmektedir.
Korkut kelimesinin “kork-” fiil kökünden türemiş olma ihtimalinin yanı sıra Arapça kökenli olup elçi manasına gelmesi de mümkündür. Her iki ihtimalde de ‘Korkut’ kelimesinin bir lakap, bir unvan olduğu görülmektedir. “Dede” kelimesinin ise ecdat manasında kullanıldığı tahmin edilmektedir. Fakat destanlarda daha çok halk arasında büyük hürmet ve kutsallık kazanmış halk bilgini anlamında kullanılmıştır.
Dede Korkut’un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Destanlardan çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut’un kişiliği iki şekildedir; 1- Kutsal Kişiliği , 2- Bilge Kişiliği. Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut'un çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekanda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürüyor fakat bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır
DEDE KORKUT’UN KUTSAL KİŞİLİĞİ
Destanlarda Dede Korkut kerâmet sahibi biridir. Doğa üstü bir manevi güce sahiptir. Destanlarda şu gibi kerametleri görülmüştür;
1- Gelecekten Haber Verme: “ Korkut Ata söyledi: Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçecek. Kimse ellerinden alamayacak, ahir zaman olup kıyamet kopuncaya kadar. “ (Mukaddime)
Destanda geçen örnekte de belirtildiği gibi Dede Korkut gelecekten haberler verirdi. Bu haberleri geçmişte yaşadığı deneyimlere dayanarak söylerdi.
2- Halkın Onun Sözünü Tutması: “ Korkut Ata Oğuz kavminin müşgülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata’ya danışmadan yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi. “ (Mukaddime)
Hanlardan çobana kadar herkes onun sözüne güvenirdi, ona danışırlardı.
3- Duasının Allah Katında Kabul Olması: “… Ne derse olurdu. Gaipten haber söylerdi. Hak Taâla onun gönlüne ilham ederdi. “ (Mukaddime) ,
“… Dede Korkut dedi: (Kılıç) Çalarsan elin kurusun dedi. Hak Taâla’nın emri ile Deli Karçar’ın eli yukarıda asılı kaldı. Zira Dede Korkut keramet sahibi idi, dileği kabul olundu. “ (Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı)
Birinci örnekte geçen “Ne derse olurdu.” Cümlesi hem halkın onun sözünü dinlediği hem de duasının kabul edildiği anlamındadır. İkinci örnekte de duasının kabul olduğu belirtilmiştir.
Dede Korkut’taki bu kerametlerin iki kaynaktan gelmiş olabileceği düşünülmektedir;
1- İslam Tasavvufu
2- Şamanist İnanç
Dede Korkut’un destanlarda İslam tasavvufuna uymayan davranışları bu ihtimali zayıflatıyor. Mutasavvıflardaki kamil insan olma hedefi, çile çekme, dergah… gibi unsurlar Dede Korkut’ta görülmüyor. Ermişlerinkine benzeyen olağan üstü olaylar yaşaması da yazıya geçirilene kadar uğramış olduğu değişiklikler olabilir, çünkü Türklerin İslam'ı henüz kabul ettiği ve değişim içerisinde olduğu 15-16. yy.larda yazıya geçirilmiştir.
Dede Korkut’un kutsal kişiliğinin şamanist yaşantıdan gelmiş olabileceğini kabul edebiliriz. Ozan oluşu şamanistlerin özelliğini hatırlatmaktadır. Ayrıca kerametlerini gizlememesi de kutsal kişiliğinin şaman inancından geldiğini güçlendirmektedir.
DEDE KORKUT ’UN BİLGE KİŞİLİĞİ
Dede Korkut sıradan insanlardan, devlet adamlarına kadar herkesin saydığı ve danıştığı bilgedir, öğüt vericidir. Bilgeliği eğitici, öğretici ve tenkit edicidir. Onun bu kişiliği tarih ve toplum yaşantısından gelmektedir. Geçmiş alplerin başından geçen olayları anlatır ve öğüt verir.
DEDE KORKUT KİTABI HAKKINDA ÖN BİLGİ
Kitabın asıl adı "Kitab-ı Dede Korkut Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan" dır. Anlamı Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı’dır. Kitap on iki destansı hikaye ve bir mukaddimeden oluşmuştur. Hikayeler Kuzeydoğu Anadolu dolaylarındaki Müslüman Oğuzların hayatını anlatır. Fakat destanlar İslamiyet öncesi dönemden de izler taşımaktadır. Bu yüzden destanların oluşmasının daha erken evrelerde olduğu tahmin edilmektedir. Kitapta, Salur Kazan ve Bayındır Han gibi kahramanların, mekanın ve zamanın ortak oluşuyla ve her hikayede Dede Kokut’un ortaya çıkışıyla on iki hikaye birbirine bağlanır. Bugün elimizdeki iki nüshanın Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemlerde yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nüshalardan biri tamdır ve Almanya Dresten Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Altı hikayenin bulunduğu eksik bir nüsha ise Vatikan’dadır. Nüshalar üzerine ilk incelemeyi Alman Türkiyatçı Fr. Von diez Tepegöz Destanı’nı Almanca’ya çevirerek yapmıştır. Kilisli Rıfat (1916, eski yazı ile), Orhan Şaik Gökyay (1938) ve Muharrem Ergin (1958) de kitabı yurdumuzda yayınlamışlardır.
DEDE KORKUT KİTABI HAKKINDA ÖN BİLGİ
Kitabın asıl adı "Kitab-ı Dede Korkut Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzan" dır. Anlamı Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı’dır. Kitap on iki destansı hikaye ve bir mukaddimeden oluşmuştur. Hikayeler Kuzeydoğu Anadolu dolaylarındaki Müslüman Oğuzların hayatını anlatır. Fakat destanlar İslamiyet öncesi dönemden de izler taşımaktadır. Bu yüzden destanların oluşmasının daha erken evrelerde olduğu tahmin edilmektedir. Kitapta, Salur Kazan ve Bayındır Han gibi kahramanların, mekanın ve zamanın ortak oluşuyla ve her hikayede Dede Kokut’un ortaya çıkışıyla on iki hikaye birbirine bağlanır. Bugün elimizdeki iki nüshanın Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemlerde yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Nüshalardan biri tamdır ve Almanya Dresten Kitaplığı’nda bulunmaktadır. Altı hikayenin bulunduğu eksik bir nüsha ise Vatikan’dadır. Nüshalar üzerine ilk incelemeyi Alman Türkiyatçı Fr. Von diez Tepegöz Destanı’nı Almanca’ya çevirerek yapmıştır. Kilisli Rıfat (1916, eski yazı ile), Orhan Şaik Gökyay (1938) ve Muharrem Ergin (1958) de kitabı yurdumuzda yayınlamışlardır.
DEDE KORKUT DESTANLARI
Kitapta daha önce de belirttiğimiz gibi on iki tane destan vardır. Bu destanların her biri bir boy için söylenilmiştir. Bu destanlarda boyların hanlarının başından geçen olaylar, ad koyma, canavarlarla savaşma gibi bölümler yer almaktadır. Hikayelerin dili oldukça sadedir. 15.-16. yy.da yazıya geçirildiği halde arı bir Türkçe’ye sahiptir. Az miktarda Arapça kökenli kelime de vardır. Orhan Şaik Gökyay ve Muharrem Ergin’in Latin harfleri ile yayınladıkları kitaplar ilköğretim öğrencilerinin anlayabileceği kadar sade ve basit cümle yapısına sahiptir. Hikayeler çoğunlukla manzum ve ahenkli bir şekilde anlatılır. Manzumların bir kısmı kafiyeli olmasa da kulağa hoş gelen bir söyleyiş tarzı vardır. Kitapta yaklaşık 8.000 tane farklı sözcük ve deyim geçer. Cümleler kısa ve yalındır. DEDE KORKUT DESTANLARININ GENEL İÇ YAPISI
Destanlar olağan üstü olayların yoğunluğundan sıyrılmış ve günlük, sade olaylar da konu olmuştur. Destan niteliğine tüm Oğuzlar'ı etkilemesiyle ulaşmıştır. Hikayeler basit görünen olaylarla başlamış ama tüm Oğuzlar'ın etkilenmesiyle sonuçlanmıştır. Hikayelerde dersler verilmiş, halk bilgilendirilmek istenmiştir. Destanlaşmış tarih olayları anlatılmıştır. Oğuzların dini inançları belirtilmiştir, örneğin Alpler kafirlerle savaşa gitmeden evvel arı sudan abdest alıp, iki rekat namaz kıldıkları belirtilmiştir. Halkın iktisadi durumu da anlatılmıştır. Oğuzların daha çok hayvancılıkla geçindiği neredeyse her hikayede görülmektedir. Yalnız, Oğuzlar’da üstünlük zenginlikle, mal mülkle olmaz. Oğuzlar’da üstülük yiğitlikle olur. Erkek gençlerin isim alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekir. Yiğitlik gösteren delikanlıya Dede Korkut isim verir. Verdiği isimler genellikle delikanlının gösterdiği yiğitlikle alakalıdır. Mesala Boğaç Han’a ‘Boğaç’ ismi boğayı boğduğu için verilmiştir. Oğuzlar işlerini kendileri yapamazsa küçük düşerler. Üstünlüklerini kaybetmemek için yardım kabul etmezler. Kazan Han’ın hikayesinde de böyle olmuş, Kazan Han çobanı, yardımını engellemek için, ağaca bağlamıştır. Hikayelerde kadın da söz sahibidir. Kadın da hanlık edebilir. Kadın evlenirken güçlü, yiğit birini arar. Gerektiğinde kadın da savaşır fakat kadının savaşması erkeği küçük düşürür. Destanlarda yoğunlukla ideal Oğuz Alp'inin nasıl olması gerektiği anlatılıyorsa da Alplerin başına gelen olaylardan herkese pay düşüyor. Büyüklüğün ve güçlülüğün erdem ve hünere bağlı olduğu her fırsatta belirtilmiş. Düşmana karşı savaşmak da yiğitliğin, büyüklüğün göstergesidir. Verilen dersler bu kadarla da kalmıyor. Bunların bir kısmı doğrudan devlete ve yöneticilere bir kısmı da millete verilmek istenen derslerdir 1- Devlete Verilen Öğütler; Destanlarda genel bir ilke şeklinde Oğuz birliğini devam ettirme fikri işlenmiştir. Bu birliği devam ettirebilmek için devlete ve devlet adamlarına; · Ekonomik güce sahip olma, · Hüner ve erdem sahibi olma, · Buyruk olmanın gereği anlatılmıştır. Destanlarda vurgulanan bu unsurlar sanırız dünya döndüğü sürece devam edecektir. Ayrıca Alplere de şöyle öğütler veriliyor; · Ok atmada ve yay çekmede hünerli olmak · Düşman ile savaşta üstün gelmek · Ülkesine sahip çıkmak · Zengin ve eli açık olmak ( ‘Aç doyurmak, yoksul donatmak‘ şeklinde geçen halka karşı merhametli ve cömert olmak ) · Soylu olmak ve soyunu küçük düşürmemek. 2- Halka Verilen Öğütler; Destanlarda halka Alpler kadar yer verilmese de. hem çoban gibi kahramanlarla hem de örnek Alplerle halka da bir takım dersler verilmiş; · Devlete sadık olmak , · Misafirperver olmak , · Dedikodu yapmamak , · Gönlü zengin olmak , · Dürüst olmak , · Korkak olmamak , · Çocuğunu iyi yetiştirmek , · Üstüne düşen görevi yerine getirmek , · Eşine sadık olmak , · Ana babaya hürmet etmek ... Bazı öğütler de var ki, pek çoğu atasözleri gibi kalıplaşmıştır; · Ecel vakti ermeyince can çıkmaz. · Çıkan can geri gelmez. · Yığılı malın mülkün olsa da nasibinden fazlasını yiyemezsin. · Kara eşek başına gem vursan katır olmaz, hizmetçiye elbise giydirsen hanım olmaz. Ve bunlar gibi pek çoğu doğrudan olarak mukaddimede verilmiş. Bir o kadar da hikayelerin mânzum ve secîli kısımlarında mevcuttur.
DEDE KORKUT DESTANLARI'NDA YER ALAN ESKİ TÜRK GELENEKLERİ
· Ad Koyma : Oğuz Türklerinde bir gencin ad alabilmesi için bir yiğitlik göstermesi gerekiyordu. Bu yiğitliği gösterdikten sonra Dede Korkut'u çağırırlardı. Dede Korkut da dua edip gence yiğitliğiyle alakalı bir isim verirdi; "... Bunun adı boz aygırlı Bamsı Beyrek olsun, adını ben verdim yaşını Allah versin." · Toy etme ( Toplantı yapıp karar verme) : Oğuzlar mühim konularda karar vermek için toplantı yaparlardı; " Kudretli Oğuz beylerini hep çağırdılar evlerine getirdiler. Ağır misafirlik eylediler. · Düğün : Halen devam eden bir geleneğimiz olan düğünlerde ziyafet verilir şenlik yapılırdı. · Kız İsteme : Kız babasından veya abisinden istenirdi. Kız istemeğe büyük ve saygın kişiler giderdi. Dede Korkut Deli Karçar'dan kız kardeşini Bamsı Beyrek'e şöyle istemiştir; "Tanrını buyruğu ile peygamberin kavli ile aydan arı, güneşten güzel kız kardeşin Banu Çiçek'i Bamsı Beyrek'e istmeğe gelmişim." · Başlık Alma : Kız vermeye karşılık kızın ailesi başlık isterlerdi. Kitapta kız kardeşini vermek istemediği için aşırı miktarda başlık isteyen Deli Karçar anlatılmıştır. " Deli Karçar der : Dede, kız kardeşim yoluna ben ne istersem verir misin? Dede der : Verelim dedi, görelim ne istersin? Deli Karçar der : Bin erkek deve getirin dişi deve görmemiş olsun, bin de aygır getirin ki hiç kısrakla çiftleşmemiş olsun, bin de koyun görmemiş koç getirin, bin de pire getirin bana dedi. Eğer bu dediğim şeyleri getirirseniz pek ala veririm" · Sövüş Etme : Misafir İçin Hayvan Kesme. Oğuzlar bir misafir geldiği zaman onun için bir hayvan kesip ikram ederlerdi. · Düş Yorma : Rüyalarında gördükleri garip durumları Dede Korkut'a yorumlatıp mana çıkarırlardı.

Dünya Türkleri Asamblesi

Bizim sorunlarımız bizim sayımız kadar çoktur. Ancak bu sorunları çözmek için doğmuş olanlar ise ne yazık ki sayılıdır.
*** Hayatın her alanında sorunlar yaşıyoruz: Dilde, fikirde ve işte. Ve ne yazık ki bu alanlarda hâlâ da istenilen derecede birlik sağlanamamıştır. Gaspralı’nın haykırışı bugün bile duyulmaktadır: "Dilde, fikirde, işte birlik" diye.
*** Yaşamakta olduğumuz sorunların çözümü ve bu birliğin gerçekleşmesine az da olsa katkıda bulunmak için için Türk Dünyası´nın temsilcilerinin kurmuş oldukları Dünya Türkleri Asamblesi 3-4 Kasım 2007’de Kazakistan Cumhuriyeti Güney Kazakistan Vilayeti´nde bulunan "Birgülük" sanataryumunda gerçekleşti. Açıkçasını söylemek lazım, her sene Türk Dünyası meselelerini gündeme getiren çeşitli düzeylerde kurultaylar düzenlenmektedir. Bu kurultayın diğerlerinden farklı tarafı Türk Dünyası´nda yaşanmakta olan meselelerin gündeme getirilmesi değil, çözümüne olan yaklaşımıdır diyebilirim. Bu kurultay, sorunlara, çözümlerin besmelesi olan "Ortak Türkçe" projesiyle başladı. Bu projeye göre; Türk dilinin ortak kelime ve ses bilgisini esas alan bir Orta Türkçe oluşturulacak, bilimsel temeli atılacak ve zamanla kullanılır hale gelecektir. Türk Dünyası´nın ortak Türkçesi olarak Ortak Türkçe projesi gerçekleşecek mi? Türk Dünyası kurultaylarında ve gündelik hayatlarında ortak iletişim dili olarak Rusça zihinlerde esmekte, fırtınalardan sonra ortadan kalkacak mı? Bu ne zaman ve nasıl olacak? Veya Türk Dünyası´nda Ortak Türkçe olarak günümüzde bilimsel, felsefi, edebi eserler veren Türk lehçelerinin biri mi seçilecek? Bu soruları zaman cevaplayacaktır. Ayrıca, dünya Türklerinin önemli yerlerinden biri olarak bilinen Kazıkurt dağında bir Gökbörü anıtının ve bir Türk Dünyası bilimsel ve kültür merkezinin inşa edilmesine dair karar alındı. İnşaat çalışmaları Türk Dünyası´ndan yatırımcıları ve işadamları beklemektedir. Bu proje Türk Dünyası´ndan işadamlarını ne zamana kadar bekleyecek? Türk Devletleri tarafından desteklenecek mi? Söz konusu inşaata bir an önce başlanacak mı? Yoksa bu karar da hiçbir zaman gerçekleşmeyen projelerden biri olarak tarihe mi geçecek? Önemli bir gelişme de Dünya Türkleri Asamblesi resmi özellik kazanmadan önce Dünya Türkleri Asamblesi Başkanı olan Ermentay Sultanmurat’ın Nuh gemisinin bulunduğunu kabul edilen Kazıkurt dağında satın aldığı arsasını Türk Dünyası´na armağan etmesi oldu. Daha da önemli bir gelişme Bayram Bayraktar tarafından gerçekleştirildi. İlk başta toplantılarda söz alan delegeler, anlaşılamaması kaygısıyla bildiri ve düşüncelerini Rusça bildiriyorlardı. Bu toplantıda da Rusçanın devam edeceğini anlayan Sayın Bayraktar söz alıp Rusça kullanımına dair eleştirilerinden sonra her delege kendi Türkçesiyle bildirilerini sundu. Böylece her Türk lehçesi birer uluslararası seviyeye ulaşmış, hem de temsilcilerinin de milli ruhu ve milli şuuru yükselmiş oldu. O anda yaşadıkları gurur gözlerinden okunuyordu: "Ne mutlu Türk´üm diyene!", "Türk demek, Türkçe demektir!" Bu nedenden dolayı Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektörü Sayın Bayram Bayraktar´ı kutluyorum! Var olun! Türk Dünyası´ndan gelen 40’a yakın delege ve gözlemci tarafından Kazıkurt dağındaki Gökbörü anıtının, bilim ve kültür merkezinin yapılmasını ve Orta Türkçenin bilimsel temeli oluşturmasını karara bağlandı. Genel Başkanlığa da oybirliğiyle Ermentay Sultanmurat seçildi.
*** Yeni oluşumun Türk Dünyası´na hayırlı olmasını dileriz.
*** Gelecek kurultaya kadar neler değişecek? O günleri görecek miyiz?
*** Göreceğiz...
Nurgali Jusipbay

28 Ekim 2007 Pazar

OSMAN ÖZTUNÇ



OSMAN ÖZTUNÇ VE MUHAMMET FATİH GÜMÜŞ

25 Ekim 2007 Perşembe

Ziya GÖKALP'ı Anıyoruz

Ziya Gökalp düşünceleriyle, eseleriyle Türk Tarihine damgasını vurmuştur. Ziya Gökalp Cumhuriyet kurulmadan önce yazdığı makalelerinde ve şiirlerinde milliyetçilik, halkçılık, laiklik, eğitim birliği gibi bugün bile öneminden hiçbir şey kaybetmeyen ilkeleri savunmuştur. Bu bağlamda Türkçülük düşüncesini sistemli bir biçimde ideoloji haline getirmiştir. Ünlü fikir adamı ve şairlerimizden olan Ziya Gökalp, 1876'da Diyarbakır'da doğdu. II. Meşrutiyet'ten başlayarak Türkçülük akımının en büyük temsilcisi sıfatıyla Türk düşünce ve siyaset hayatını kuvvetle etkilemiş, Milli Edebiyat akımı içinde verdiği eserlerle Türk edebiyatının biçim ve dil yönünden yenileşmesini sağlamıştır. Öğrenimine Diyarbakır'da başlayan Ziya Gökalp, aynı şehirde Askeri Rüştiye'yi (1890) ve Askeri İdadi'yi bitirdi (1894). II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Ziya Gökalp'ın kurduğu gizli cemiyetin yerini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi aldı. Partinin Diyarbakır, Van ve Bitlis örgütlerinin denetimiyle görevlendirilen Ziya Gökalp, bu dönemde Diyarbakır ve Peyman gazetelerine yazıyordu. 1909'da partinin Selanik'teki kongresine il temsilcisi olarak katıldı. Bir yıl İstanbul Darülfünunda psikoloji okuttuktan ve Diyarbakır maarif müfettişliği yaptıktan sonra, yeniden Selanik'e gitti. Katıldığı parti kongresinden sonra genel merkez üyeliğine seçildi. Burada Genç Kalemler, Yeni Felsefe, Rumeli gibi dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla Türkçülük ve dilde sadeleşme hareketlerinin öncüleri arasında yer alan Gökalp, milli duyguları, tarih bilincini, bilime ve tekniğe değer veren düşünceyi her şeyin üstünde tutan şiirleriyle çevresini geniş ölçüde etkiliyordu. İttihat ve Terakki Genel Merkezi İstanbul'a taşınınca (1912), Gökalp da İstanbul'a yerleşti. O yıl Ergani'den milletvekili seçildi. Türk Ocağı çevresindeki çalışmaları, Türk Yurdu ve kendi çıkardığı Yeni Mecmua (1917) gibi dergilerdeki yazıları, Türkçülük akımının ilkelerini saptayan ve çağdaş uygarlık karşısında yerli bir senteze varılmasını şart koşan önerileri (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak 1918), Darülfünun'da okuttuğu toplumbilim dersleri, İttihat ve Terakki'nin yönetici kadrosu üzerindeki etkisiyle Ziya Gökalp, Mütarekeye (1919) kadar uzanan dönemin düşünce ve siyaset hayatına yön veren etkenlerin başında yer aldı. İstanbul'un işgali üzerine tutuklanarak iki yıl Malta'da sürgün kaldı (1919-1921). Döndükten sonra, Tercüme Heyeti başkanlığına getirileceği tarihe (1923) kadar Diyarbakır'da kaldı ve küçük Mecmuayı yayımladı. 1923'te Diyarbakır'dan milletvekili seçildi. Hâkimiyeti Milliye, Yeni Gün, Cumhuriyet gazetelerinde makaleleri çıkıyordu. Altın ışık (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923) gibi kitapları birbirini izliyordu. Cumhuriyet Halk Partisinin programını inceleyen ve yorumunu yapan Doğru Yol (1923) adlı incelemesini de yine bu dönemde kaleme aldı. O sıralar yazdığı Türk Medeniyet Tarihi ise ölümünden sonra yayımlandı (1926). Yine ölümünden sonra çeşitli gazete ve dergilerde çıkmış yazılarıyla mektupları çeşitli kitaplarda derlendi. Çınaraltı (1939), Fırka Nedir? (1947), Ziya Gökalp Diyor ki (1950). Ziya Gökalp'ın neşredilmemiş yedi eseri ve aile mektupları (1956), Ziya Gökalp'ın Yazarlık Hayatı (1956), Ziya Gökalp Külliyatı (1. Kitap şiirler ve halk masalları;1952, 2. kitap Limni ve Malta Mektupları;1965), Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri (1973). 1924'te İstanbul'da öldü. Ziya Gökalp'in fikirleri dün olduğu gibi, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımızın olduğu bugünlerde de yolumuza ışık tutacaktır. Bu bağlamda Gökalp'in bir şiirini hatırlatmayı manidar buluyoruz: Sorma bana oymağımı, Boy'umu… Beş bin yıldır millet gibi yaşarım, Deme bana, Oğuz Kayı, Osmanlı… Türk'üm, bu ad her unvandan üstündür… Ömrünü Türk Milliyetçiliği hareketine veren Ziya Gökalp'i vefatının 83. yıldönümünde yeniden rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun

KAPATIN ARTIK ŞU ŞER YUVASINI..

ÇOCUKLARIMIZ ŞEHİT EDİLDİ... KOÇ YİĞİTLER K. IRAK'TA EŞKIYA PEŞİNDE... BARZANİ EŞKIYASI VE ONUN ÇETESİ İSE HER FIRSATTA TÜRK'E VE ŞEHİTLERİMİZE HAKARET EDİYOR... HÜKÜMET, BARZANİ'Yİ MUHATAP ALMAYACAĞINI İLAN EDİYOR... DAHA DÜN AYNI MASADA OTURDUĞU BARZANİ KÖPEĞİNİ BUGÜN KINIYOR... HÜKÜMETİN DOĞRU YOLA GELMESİ SEVİNDİRİCİ... FAKAT ÇOCUKLARIMIZ ŞEHİT EDİLMEDEN UYARILARI DİKKATE ALMALIYDI... KENDİSİNE BU UYARILARI YAPANLARI "MARJİNAL GRUPLAR", "AJİTATÖRLER" DİYE SUÇLAYACAĞINA BİR NEBZE OLSUN DİNLESEYDİ BUGÜNKÜ ACI FATURAYI ÖDEMEYEBİLİRDİK... TÜM BUNLARA RAĞMEN HÂLÂ... HÜKÜMET TÜRK DEVLETİNİ AŞAĞILAYAN, TERÖRE HAMİLİK YAPAN BARZANİ'YE HERHANGİ BİR YAPTIRIM UYGULAMAMAKTADIR... TÜM BUNLARA RAĞMEN HÂLÂ... EŞKIYA BARZANİ'NİN BÜROSU ANKARA'NIN GÖBEĞİNDE FAALİYET GÖSTERMEKTEDİR... AVRUPA'DAKİ PKK BÜROLARINA TEPKİ GÖSTEREN TÜRKİYE'NİN GÖBEĞİNDE BARZANİ EŞKIYASININ BÜROSU FAALİYET GÖSTERİYOR... BU NASIL BİR AYMAZLIKTIR... ELEKTRİĞİNİ VERDİĞİMİZ... HABUR'DAN HARAÇ KESMESİNE GÖZ YUMDUĞUMUZ KÖPEK PAÇAMIZA DALMAKTADIR... VE TÜM BUNLARI GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE PLANLAYABİLMEKTEDİR... ARTIK YETER!... ÇETECİ BARZANİ'NİN BÜROSUNU TÜRKİYE'DE İSTEMİYORUZ!... TÜRKİYE'Yİ DİNLEYİN, TÜRK DEVLETİNİN ŞEREFİNE DİL UZATAN BU KÖPEĞİ DURDURAMIYORSANIZ... BARİ BURNUMUZUN DİBİNDEKİ ŞER YUVASINI KAPATIN...

24 Ekim 2007 Çarşamba

Kürt Yahudisi Mesut Barzani

ON Yedinci Yüzyıl başlarında İran’da çok ünlü bir Yahudi kadın yaşıyordu. Adı Asenath Barazani idi.Babası haham olan Asenath, Yahudi din ilimlerini tahsil etmiş ve Yahudi bilgini olmuştu.Yahudiler, içinde yaşadıkları topluma uyum sağlamak için, isim veya unvanlarında zaman zaman ufak tefek değişiklikler yaparlar.Yahudi Asenath Barazani’nin soyundan gelenler de “Barzan” unvanı aldı ve Kürtleşerek İslam dinine geçtiler.Bu yetmedi, Nakşibendi tarikatına da girdiler.Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimin başkanı Mesut Barzani, işte bu Barzan Aşireti’ne mensup bir Yahudi dönmesidir.Tıpkı bir suikasta kurban giden gazeteci Musa Anter gibi...Genelkurmay arşivlerinden yararlanarak “Soykırıma Uğrayan Türkler” adlı kitap yazan tarih araştırmacısı Gökhan Balcı da, Barzan aşiretinin kökünün Kürtler’e dayanmadığını ve bununla ilgili geniş bir araştırmayı önümüzdeki aylarda yayınlayacağını söylüyor.Gökhan Balcı, ayrıca Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani ve amcası Barzan Şeyhi Abdüsselam’ın Ruslar’ın desteği ile Ermeni çetelerini Türkler’e karşı kışkırttığını anlatarak, “Molla Mustafa Barzani, babası, ağabeyi yıllarca Türkler’i düşman olarak görüp, aldıkları yabancı desteklerle tam anlamıyla bir soykırım yapmışlar. Genelkurmay ve devlet arşivlerinde yer alan belgelerde Barzaniler’in, Ermeniler’i ve Ruslar’ı kullandığı açıkça belirtiliyor” diyor.Dünün baldırı çıplağı1960’lI yıllarda Türkiye’de “Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi” (T-KDP) adında illegal bir parti vardı.Molla Mustafa Barzani’nin etki ve desteği ile gelişen bu parti sayesinde Türkiye’deki Kürtler’in bir kısmında Barzani sempatizanlığı başlamıştı.PKK’nın ortaya çıkmasından sonra popülaritesini yitiren Barzani sempatizanlığı, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılından itibaren tekrar başladı.Mesut Barzani’nin Nakşibendi olduğunu ve Nakşiliğin Güneydoğu’da sürekli yaygınlaştığını da unutmayalım.Barzani, o tarihten başlayarak, Türkiye’ye karşı küstahça açıklamalarının da dozunu giderek artırdı.Oysa 1980’li ve 90’lı yıllarca cebinde Türk pasaportu taşımış ve Türkiye sayesinde adam yerine konulmuştu.Barzani, bu süreçte rüşvetle, uyuşturucu kaçakçılığı ve Türkiye üzerinden yaptığı ticaretle, bölgenin en zengin kişilerinden biri oldu.Oy ve iktidar hırsı mı?TÜRKİYE’DEKİ Barzanici Kürtler’in büyük bölümü AKP’ye oy veriyor. PKK yandaşı Kürtler’in oy verdiği tek parti ise, DTP...AKP iktidarı, Türkiye’nin Kuzey Irak’a verdiği elektriği neden kesemiyor? Barzani’nin soluklandığı tek yer alan Habur sınır kapısını neden kapatamıyor? Kuzey Irak’taki bölgesel yönetime neden ekonomik ambargo uygulayamıyor?Geçen Pazar günü yapılan referandumda, Güneydoğu’daki illerimizde verilen “Evet” oylarının yüksekliği, bu soruya açık bir cevap niteliği taşımıyor mu?Vatanın elden gitmesine seyirci kalabilecek kadar mı oy ve iktidar hırsına kapıldık da, bir Yahudi dönmesinin hakaretlerini sineye çekebiliyoruz?

23 Ekim 2007 Salı

Milli İradenin Kararlılığı

Ülkemiz son dönemlerde şiddetini artıran ve eylemlerini açık katliamlarla yüce milletimizin varlığına yönelik meydan okumalara dönüştüren eli kanlı eşkıyaların lanetlenesi saldırılarının ardından iyice sarsılmış bir vaziyettedir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana gerek uluslar arası düzeyde gerekse ülke sathında, milletimizin varlığını hedef alan bir kuşatmanın ciddi bir tehdide dönüştüğü gerçeği 2002'den bu yana yaşanan acıların ve tecrübelerin ışığında anlaşılmaktadır. Mübarek bir ayın kutsiyetinde bir gün içinde tam 15 can, 15 Mehmet, 15 kardeş ve 15 oğul, bu topraklar için en imrenilesi mertebeye varmışlar, 15 kahramanımızın acıları daha yüreklerimizden silinmeden kahpe bir pusuda 12 canımız daha yitmiştir. Dağlıca'da yaşanan son çatışmalarda Hakk'a yürüyen 12 şehidimizin yanında devlet makamlarınca kayboldukları ifade edilen ve teröristlerin elinde bulunduğu iddia edilen 8 yiğidimizin akıbeti ise bizleri en derin kaygılara sevk etmektedir.

Milletin mevcudiyetine yönelen tehditleri bertaraf uğruna, toprağa düşenlerin ardından; yaşlı gözler, yanmış gönüller, beddualar, ağıtlar ve bizlerinde tereddütsüz katıldığı helallikler bırakılmış ve ruhları Türk milletinin sinesinden kutsal makamlarına doğru yükselmiştir. Bu manzarada Türk milletinin isteği, ciğerleri yırtan çığlıklarda yeniden ses bulmuş, iktidarın milli hassasiyetlerimize sağırlığına inat semayı kaplamıştır. Türk milleti, kanına göz dikenlerin, canını 20'sinde şehit edenlerin artık bu gök kubbe altında nefes almasına tahammül edememektedir. Türk milleti, evladına namlu doğrultup tetiğe yeltenen kuklalardan ve bu kuklaların iplerini ellerinde tutanlardan hesap sorulmasını istemektedir.

Türk milleti, tarihinin her anında yürek yakan acılara rağmen kaybettiği canların hesabını muhteşem zaferlerle sormayı bilmiş bir millettir. Türk milleti; vatan uğruna, millet uğruna dökülen kanın hesabını sormayı en büyük vazife bilip, tarih sayfalarına düşmanlarını bugün bile kıskandıran ve bir o kadarda çekindiren eşsiz müesseseleriyle zaferlerini pekiştirmeyi başarabilmiş bir millettir. Türk milleti; acıları karşısında sabrını kuşanıp, vaat edilen hesap gününü şevkle beklemeyi erdem saymış bir millettir. Türk milletinin fıtratından kök bulan bu tavır ve kararlılık, milletimizin Altay'daki çocukluk günlerinden cumhuriyetimizi kurduğumuz olgunluk çağlarına ve o noktadan bugüne uzanan tarihi çizgide yaşadığı bir hakikatse de, Türk milletinin bu yüksek hususiyetlerinin devlet idaresini bilmeyenlerin iktidarları işgal edip, millet başı sıfatıyla anıldıkları dönemlerde yıpranmış olduğu gün gibi aşikârdır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye'yi yönetenlerinin gafletleriyle hayata geçirdikleri politikaların eseridir.

2002 yılından bugüne AKP iktidarının milletimizin başında "hükümet etme" kuvvetini elde ettiği son beş seneden bu tarafa, devletimizin ve devletimizin varlık sebebi milletimizin mevcudiyet ve bütünlüğüne yönelik kaygılar her geçen gün daha da artmış, 2002'de nerdeyse etkisiz hale getirilmiş olan terör örgütü yeniden canlanmıştır. Türk milletinin 1923'ten bu yana büyük bedellerle kurmuş olduğu içerideki ve dışarıdaki güvenlik hatları, bir başka deyişle "kırmızı çizgileri" bertaraf edilmiştir. Yarının tarih sayfalarında bir ihanetin ilk göstergeleri olarak okuyacağımız bu gelişmelerle terör; her geçen gün artan şiddetiyle dağlarımıza, şehirlerimize; kan, ölüm ve gözyaşı olarak akarken, milletimize, sorulacak hesap hakkı dahi verilmemiştir. Zira sorulacak hesaplar için olmazsa olmaz siyasi irade asla var olmamıştır.

Peki, neden bugüne kadar bu siyasi irade ortaya konulamamıştır? Neden başta bugün ülkemizin başbakanlık makamını işgal eden şahıs olmak üzere sorumluluk sahipleri, millet önünde hesap vermek yerine susmayı ve suni tartışmalar arasında acımızı geçiştirmeyi tercih etmişlerdir? Neden Tük milletinin varlığına yönelen bu tehditlerin nasıl bertaraf edileceği tartışılması gerekirken, kurgulanmış art niyetli Anayasa tartışmalarının, 'Türkiye Malezya olur mu' sorusu çerçevesindeki entelektüel tatminlerden öteye gitmeyen köksüz polemiklerin üretilmesine göz yumularak bizlere vakit kaybettirilmiştir?

5 yıl boyunca boş hayaller ve iktidar hırsı uğruna ülkemiz sathında bilinçli saptırmalarla, toplumsal kamplaşmalar yaratma peşinde harcanan vakitler, bugüne kadar vatan uğruna ödenmiş mukaddes bedellere, daha büyük ve daha ağır bedeller eklenmesine yol açmamış mıdır? Tüm bunlar bir yana, AKP iktidarının ikinci döneme uzanan iktidarı süresinde teröristlerle mücadele etmedeki zafiyetinin altında yatan neden nedir?

Tüm bu soruların cevabı bugünkü iktidar zihniyetinin temsil edildiği siyasi partinin, AKP'nin varlık nedeninde saklıdır. AKP'yi kurdurarak, dolaylı müdahaleler ve manipülasyonlarla ülkemizde bu siyasi hareketin önünü açanların iradesi ve özellikle milletimizin geleceğine yönelik arzularının ne olduğu, tüm hür düşünenlerin nazarında açıktır. Irak'a müdahaleden bu yana eskimiş, küf tutmuş kin defterlerini açıp, Sevr'in post modern halini Kuzey Irak'tan başlayarak, tüm Anadoluya yaymak bu odakların arzusudur. Bu arzunun hayata geçirilmesinde ise AKP zihniyetine düşen vazife şudur: Özelde İslam âlemine "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" ile yönelen, genelde ise tüm Doğu âleminin varlığını hedef alan Batı taarruzu karşısında bir manevi ajan olarak Batı'ya hizmet etmek ve bu çatışmanın ön cephesini Türkiye'de inşa etmek. Bu taşeron zihniyetin iktidarı elde edişi neticesinde 'demokrasi, insan hakları ve özgürlükler' kılıfı altında milli devletimizi tasfiye edici girişimler dışarıdan kimilerinin sömürge valisi, kimilerininse işgal komiseri havasında çeşitli ağızlardan verdikleri buyruklar aracılığıyla reform adı altında bu aciz zihniyet tarafından hayata geçirilmiştir.

AKP'nin bu vazife doğrultusunda yaptığı icraatların nihayetinde, uluslararası dayatmalara ve baskılara boyun eğerek köşeye sıkıştırılmış ve taviz vermeye mecbur bir dış politika anlayışı ortaya koymuştur. Milli birliğimizin korunması namına ise yine aynı güruh tarafından bölücü hareketin sivilleşmesine ve meclisimize kadar girmesine göz yumulmuş, ülkemizde alt kimlik tartışmalarını yaratarak etnik kamplaşmaların ve çatışmaların zemininin kuvvetlenmesine prim verilmiştir. Milli güvenlik alanında ise terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerimizin mücadeledeki azmini ve cesaretini kıran bir davranış biçimi bu zihniyet tarafından değişmez bir politika olarak geliştirilmiştir.

Yine aynı alanda güvenlik kuvvetlerimizin AKP'nin bu konudaki gafletini ve aczini işaret ettiği hallerde meseleyi cumhurun iradesine, demokrasi ve rejim tartışmalara sürükleyen bir tavrı hiç çekinmeden takındığı görülmektedir. Tüm bunları bilinçli bir plan dâhilinde yürüttüğünden şüphe etmediğimiz iktidar, halk sathında ise istismarın, aldatmanın ve oyalamanın milletin gönlünü okşayıcı yalanlar ve göstermelik girişimlerle nasıl yapılacağını ortaya koymuştur.

Terörle mücadele konusunda ise hükümetin planı, birilerinin devletleşme oluşumuna sınır aşan bir güç vermek niyetiyle vakit kazandırmaktan ibarettir. Biraz hafızalar zorlandığında Başbakan'ın ağzından, ki bu ağızdan bebek katillerine sayınlar çıkmıştır, 'sabrımız taştı' ifadesinin pek sıkça sarf edilerek muhatapları üzerindeki etkisini kaybeden bir hal aldığı hatırlanacaktır. Yakın gelişmeler tekrar göz önünde tutulduğunda; Türkiye, Irak ve ABD arasında kurulan üçlü mekanizmayla terörle sözde mücadele girişiminin ve ardından Irak ile yapılan ikili görüşmelerle yakın bir zamanda imzalanan içi boş dışı makyajlı anlaşmaların bize nasıl vakit kaybettirdiği ve kaç cana mal olduğu yine benzer bir biçimde kavranacaktır.

Tüm bu gelişmelere, tüm bu acı kayıplara karşın yukarıda bahsedilen tutumun MHP'nin önderliğini yaptığı toplumsal baskının neticesinde AKP'nin çıkarmak durumunda kaldığı tezkerenin sonrasında yaşanan sarsıcı gelişmelere rağmen iktidar ve bu makamı işgal eden zihniyetin siyasi partisi mensuplarınca sürdürüldüğü görülmektedir.

Diplomatik girişimlerin ve barışçıl (?) çözüm arayışlarının uluslararası bakımdan sonuç alınamadığının açıkça anlaşıldığı bir anda, Türk ordusuna sınır ötesi müdahale onayının iktidar tarafından bir türlü verilmemesini mevcut şartlar altında, bir iyi niyet ya da yüksek ahlaklı bir siyaset anlayışının eseri olarak görmek mümkün değildir. İktidar var oluş sebebi doğrultusunda hala milletimize ve ordumuza vakit kaybettirmekte, Türk milletinin hesabının barutla mermiyle eşkıyanın başına inmesinden, uluslararası güçlerden çekinmesi nedeniyle müsaade edememektedir.

Süleymaniye'de özel kuvvetlerimizin başına çuval geçirilmesinden bu yana AKP iktidarının ABD'ye karşı teslimiyetçi ve aciz politikaları 27 şehidin ardında sürmüştür. AKP meşrebi sebebiyle hala ilham ve emir alacağı kaynağı milletin sesi yerine Amerika'nın sesi olarak bilmeye devam etmektedir. Barzani ve Talabani'ye uyguladıkları politikalarla bugünkü cesareti aşılayan iktidarın önderleri bugün bu isimleri muhatap kabul etmeyiz deseler de, bu manzara ve peşmerge çetesi reisinden bozma muhataplar onların en yüksek eseri olmuşlardır.

Ülkücü Hareket, terörle mücadelenin vardığı bu noktaya gelinmeden önce başta hareketimizin lideri ve MHP Genel Başkanı sayın Dr. Devlet Bahçeli olmak üzere tüm kurumsal varlıklarıyla çıkış yolunu hem gaflet içindeki iktidara hem de Türk milletine göstermiş, meselenin yalnızca Türkiye'nin içindeki hainleri bertaraf etme meselesinden ibaret olmadığını, Kuzey Irak'taki bataklığı kurutmanın öncelikli bir mesele olduğunu ifade etmiştir.

Türk ordusunun önündeki siyasi engelin kaldırılarak Kuzey Irak'a girmesi yönündeki taleplerimize hamasi yaklaşımlar olarak göstermeye çalışanlar bugün bu yolun doğru olduğunu idrak etmişseler de bunun bedeli ağır olmuştur. Türkiye'nin bu konuda uluslar arası hukuktan kaynaklanan 'meşru müdafaa' ve 'var olma' haklarını kullanarak bu bölgeye operasyonun pazarlıksız, beklentisiz ve ivedilikle yapılması, kangrenleşen bu sorunun çözümündeki en kuvvetli yoldur.

İşte bugün bu vaziyet karşısında bizlere ve Türk milletine düşen görev, milli birliğimizi her türlü acı tahrikler karşısında ortaya koyarak, düşmanlarımıza ve düşmanımız yanında saf tutan tüm unsurlara karşı gerçek gücümüzü göstermektir.
Milli İradenin Kararlılığı

Ülkemiz son dönemlerde şiddetini artıran ve eylemlerini açık katliamlarla yüce milletimizin varlığına yönelik meydan okumalara dönüştüren eli kanlı eşkıyaların lanetlenesi saldırılarının ardından iyice sarsılmış bir vaziyettedir. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana gerek uluslar arası düzeyde gerekse ülke sathında, milletimizin varlığını hedef alan bir kuşatmanın ciddi bir tehdide dönüştüğü gerçeği 2002'den bu yana yaşanan acıların ve tecrübelerin ışığında anlaşılmaktadır. Mübarek bir ayın kutsiyetinde bir gün içinde tam 15 can, 15 Mehmet, 15 kardeş ve 15 oğul, bu topraklar için en imrenilesi mertebeye varmışlar, 15 kahramanımızın acıları daha yüreklerimizden silinmeden kahpe bir pusuda 12 canımız daha yitmiştir. Dağlıca'da yaşanan son çatışmalarda Hakk'a yürüyen 12 şehidimizin yanında devlet makamlarınca kayboldukları ifade edilen ve teröristlerin elinde bulunduğu iddia edilen 8 yiğidimizin akıbeti ise bizleri en derin kaygılara sevk etmektedir.

Milletin mevcudiyetine yönelen tehditleri bertaraf uğruna, toprağa düşenlerin ardından; yaşlı gözler, yanmış gönüller, beddualar, ağıtlar ve bizlerinde tereddütsüz katıldığı helallikler bırakılmış ve ruhları Türk milletinin sinesinden kutsal makamlarına doğru yükselmiştir. Bu manzarada Türk milletinin isteği, ciğerleri yırtan çığlıklarda yeniden ses bulmuş, iktidarın milli hassasiyetlerimize sağırlığına inat semayı kaplamıştır. Türk milleti, kanına göz dikenlerin, canını 20'sinde şehit edenlerin artık bu gök kubbe altında nefes almasına tahammül edememektedir. Türk milleti, evladına namlu doğrultup tetiğe yeltenen kuklalardan ve bu kuklaların iplerini ellerinde tutanlardan hesap sorulmasını istemektedir.

Türk milleti, tarihinin her anında yürek yakan acılara rağmen kaybettiği canların hesabını muhteşem zaferlerle sormayı bilmiş bir millettir. Türk milleti; vatan uğruna, millet uğruna dökülen kanın hesabını sormayı en büyük vazife bilip, tarih sayfalarına düşmanlarını bugün bile kıskandıran ve bir o kadarda çekindiren eşsiz müesseseleriyle zaferlerini pekiştirmeyi başarabilmiş bir millettir. Türk milleti; acıları karşısında sabrını kuşanıp, vaat edilen hesap gününü şevkle beklemeyi erdem saymış bir millettir. Türk milletinin fıtratından kök bulan bu tavır ve kararlılık, milletimizin Altay'daki çocukluk günlerinden cumhuriyetimizi kurduğumuz olgunluk çağlarına ve o noktadan bugüne uzanan tarihi çizgide yaşadığı bir hakikatse de, Türk milletinin bu yüksek hususiyetlerinin devlet idaresini bilmeyenlerin iktidarları işgal edip, millet başı sıfatıyla anıldıkları dönemlerde yıpranmış olduğu gün gibi aşikârdır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye'yi yönetenlerinin gafletleriyle hayata geçirdikleri politikaların eseridir.

2002 yılından bugüne AKP iktidarının milletimizin başında "hükümet etme" kuvvetini elde ettiği son beş seneden bu tarafa, devletimizin ve devletimizin varlık sebebi milletimizin mevcudiyet ve bütünlüğüne yönelik kaygılar her geçen gün daha da artmış, 2002'de nerdeyse etkisiz hale getirilmiş olan terör örgütü yeniden canlanmıştır. Türk milletinin 1923'ten bu yana büyük bedellerle kurmuş olduğu içerideki ve dışarıdaki güvenlik hatları, bir başka deyişle "kırmızı çizgileri" bertaraf edilmiştir. Yarının tarih sayfalarında bir ihanetin ilk göstergeleri olarak okuyacağımız bu gelişmelerle terör; her geçen gün artan şiddetiyle dağlarımıza, şehirlerimize; kan, ölüm ve gözyaşı olarak akarken, milletimize, sorulacak hesap hakkı dahi verilmemiştir. Zira sorulacak hesaplar için olmazsa olmaz siyasi irade asla var olmamıştır.

Peki, neden bugüne kadar bu siyasi irade ortaya konulamamıştır? Neden başta bugün ülkemizin başbakanlık makamını işgal eden şahıs olmak üzere sorumluluk sahipleri, millet önünde hesap vermek yerine susmayı ve suni tartışmalar arasında acımızı geçiştirmeyi tercih etmişlerdir? Neden Tük milletinin varlığına yönelen bu tehditlerin nasıl bertaraf edileceği tartışılması gerekirken, kurgulanmış art niyetli Anayasa tartışmalarının, 'Türkiye Malezya olur mu' sorusu çerçevesindeki entelektüel tatminlerden öteye gitmeyen köksüz polemiklerin üretilmesine göz yumularak bizlere vakit kaybettirilmiştir?

5 yıl boyunca boş hayaller ve iktidar hırsı uğruna ülkemiz sathında bilinçli saptırmalarla, toplumsal kamplaşmalar yaratma peşinde harcanan vakitler, bugüne kadar vatan uğruna ödenmiş mukaddes bedellere, daha büyük ve daha ağır bedeller eklenmesine yol açmamış mıdır? Tüm bunlar bir yana, AKP iktidarının ikinci döneme uzanan iktidarı süresinde teröristlerle mücadele etmedeki zafiyetinin altında yatan neden nedir?

Tüm bu soruların cevabı bugünkü iktidar zihniyetinin temsil edildiği siyasi partinin, AKP'nin varlık nedeninde saklıdır. AKP'yi kurdurarak, dolaylı müdahaleler ve manipülasyonlarla ülkemizde bu siyasi hareketin önünü açanların iradesi ve özellikle milletimizin geleceğine yönelik arzularının ne olduğu, tüm hür düşünenlerin nazarında açıktır. Irak'a müdahaleden bu yana eskimiş, küf tutmuş kin defterlerini açıp, Sevr'in post modern halini Kuzey Irak'tan başlayarak, tüm Anadoluya yaymak bu odakların arzusudur. Bu arzunun hayata geçirilmesinde ise AKP zihniyetine düşen vazife şudur: Özelde İslam âlemine "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" ile yönelen, genelde ise tüm Doğu âleminin varlığını hedef alan Batı taarruzu karşısında bir manevi ajan olarak Batı'ya hizmet etmek ve bu çatışmanın ön cephesini Türkiye'de inşa etmek. Bu taşeron zihniyetin iktidarı elde edişi neticesinde 'demokrasi, insan hakları ve özgürlükler' kılıfı altında milli devletimizi tasfiye edici girişimler dışarıdan kimilerinin sömürge valisi, kimilerininse işgal komiseri havasında çeşitli ağızlardan verdikleri buyruklar aracılığıyla reform adı altında bu aciz zihniyet tarafından hayata geçirilmiştir.

AKP'nin bu vazife doğrultusunda yaptığı icraatların nihayetinde, uluslararası dayatmalara ve baskılara boyun eğerek köşeye sıkıştırılmış ve taviz vermeye mecbur bir dış politika anlayışı ortaya koymuştur. Milli birliğimizin korunması namına ise yine aynı güruh tarafından bölücü hareketin sivilleşmesine ve meclisimize kadar girmesine göz yumulmuş, ülkemizde alt kimlik tartışmalarını yaratarak etnik kamplaşmaların ve çatışmaların zemininin kuvvetlenmesine prim verilmiştir. Milli güvenlik alanında ise terörle mücadelede güvenlik kuvvetlerimizin mücadeledeki azmini ve cesaretini kıran bir davranış biçimi bu zihniyet tarafından değişmez bir politika olarak geliştirilmiştir.

Yine aynı alanda güvenlik kuvvetlerimizin AKP'nin bu konudaki gafletini ve aczini işaret ettiği hallerde meseleyi cumhurun iradesine, demokrasi ve rejim tartışmalara sürükleyen bir tavrı hiç çekinmeden takındığı görülmektedir. Tüm bunları bilinçli bir plan dâhilinde yürüttüğünden şüphe etmediğimiz iktidar, halk sathında ise istismarın, aldatmanın ve oyalamanın milletin gönlünü okşayıcı yalanlar ve göstermelik girişimlerle nasıl yapılacağını ortaya koymuştur.

Terörle mücadele konusunda ise hükümetin planı, birilerinin devletleşme oluşumuna sınır aşan bir güç vermek niyetiyle vakit kazandırmaktan ibarettir. Biraz hafızalar zorlandığında Başbakan'ın ağzından, ki bu ağızdan bebek katillerine sayınlar çıkmıştır, 'sabrımız taştı' ifadesinin pek sıkça sarf edilerek muhatapları üzerindeki etkisini kaybeden bir hal aldığı hatırlanacaktır. Yakın gelişmeler tekrar göz önünde tutulduğunda; Türkiye, Irak ve ABD arasında kurulan üçlü mekanizmayla terörle sözde mücadele girişiminin ve ardından Irak ile yapılan ikili görüşmelerle yakın bir zamanda imzalanan içi boş dışı makyajlı anlaşmaların bize nasıl vakit kaybettirdiği ve kaç cana mal olduğu yine benzer bir biçimde kavranacaktır.

Tüm bu gelişmelere, tüm bu acı kayıplara karşın yukarıda bahsedilen tutumun MHP'nin önderliğini yaptığı toplumsal baskının neticesinde AKP'nin çıkarmak durumunda kaldığı tezkerenin sonrasında yaşanan sarsıcı gelişmelere rağmen iktidar ve bu makamı işgal eden zihniyetin siyasi partisi mensuplarınca sürdürüldüğü görülmektedir.

Diplomatik girişimlerin ve barışçıl (?) çözüm arayışlarının uluslararası bakımdan sonuç alınamadığının açıkça anlaşıldığı bir anda, Türk ordusuna sınır ötesi müdahale onayının iktidar tarafından bir türlü verilmemesini mevcut şartlar altında, bir iyi niyet ya da yüksek ahlaklı bir siyaset anlayışının eseri olarak görmek mümkün değildir. İktidar var oluş sebebi doğrultusunda hala milletimize ve ordumuza vakit kaybettirmekte, Türk milletinin hesabının barutla mermiyle eşkıyanın başına inmesinden, uluslararası güçlerden çekinmesi nedeniyle müsaade edememektedir.

Süleymaniye'de özel kuvvetlerimizin başına çuval geçirilmesinden bu yana AKP iktidarının ABD'ye karşı teslimiyetçi ve aciz politikaları 27 şehidin ardında sürmüştür. AKP meşrebi sebebiyle hala ilham ve emir alacağı kaynağı milletin sesi yerine Amerika'nın sesi olarak bilmeye devam etmektedir. Barzani ve Talabani'ye uyguladıkları politikalarla bugünkü cesareti aşılayan iktidarın önderleri bugün bu isimleri muhatap kabul etmeyiz deseler de, bu manzara ve peşmerge çetesi reisinden bozma muhataplar onların en yüksek eseri olmuşlardır.

Ülkücü Hareket, terörle mücadelenin vardığı bu noktaya gelinmeden önce başta hareketimizin lideri ve MHP Genel Başkanı sayın Dr. Devlet Bahçeli olmak üzere tüm kurumsal varlıklarıyla çıkış yolunu hem gaflet içindeki iktidara hem de Türk milletine göstermiş, meselenin yalnızca Türkiye'nin içindeki hainleri bertaraf etme meselesinden ibaret olmadığını, Kuzey Irak'taki bataklığı kurutmanın öncelikli bir mesele olduğunu ifade etmiştir.

Türk ordusunun önündeki siyasi engelin kaldırılarak Kuzey Irak'a girmesi yönündeki taleplerimize hamasi yaklaşımlar olarak göstermeye çalışanlar bugün bu yolun doğru olduğunu idrak etmişseler de bunun bedeli ağır olmuştur. Türkiye'nin bu konuda uluslar arası hukuktan kaynaklanan 'meşru müdafaa' ve 'var olma' haklarını kullanarak bu bölgeye operasyonun pazarlıksız, beklentisiz ve ivedilikle yapılması, kangrenleşen bu sorunun çözümündeki en kuvvetli yoldur.

İşte bugün bu vaziyet karşısında bizlere ve Türk milletine düşen görev, milli birliğimizi her türlü acı tahrikler karşısında ortaya koyarak, düşmanlarımıza ve düşmanımız yanında saf tutan tüm unsurlara karşı gerçek gücümüzü göstermektir.
-- Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi

22 Ekim 2007 Pazartesi

BAŞBUĞ

BAŞBUĞAlparslan TÜRKEŞ
Milletimizin yetiştirdiği son Başbuğ’un hayat hikayesinin başlangıcında da göç var.
Yıl1860 Orta Anadolu'da, Kayseri'nin, Pınarbaşı ilçesi'nin Yukarı KöşkerliKöyünde meskun Avşar Obalarından Koyunoğlu ailesi bir toprak meselesiyüzünden kavgaya girişince Sultan Abdülaziz'in fermanıyla Kıbrıs’asürgün edilir.
Yıl 1917 ve Kasım’ın 25'i, öğle vakti.. yer, Lefkoşe. HaydarpaşaMahallesi Kirlizade sokağı 13 numaralı mütevazi evde, Kıbrıs’a yerleşenKoyunoğlu soyuna mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve esi Fatma ZehraHanimin Ali Arslan adini verdikleri oğulları dünyaya gelir.
Yıl1921 ve 4 yıl 4 ay 4 günlük Ali Arslan, annesi tarafından yıkanır, yenielbiseler giydirilir ve devrin âdetince fesi mücevherler ile süslenerekSarayönü ilkokul'una (Sıbyan Mektebi) gönderilir. Sarıklı ve mübarekbir Osmanlı Uleması olan Hoca Efendi'nin dizi dibine çöken AliArslan'ın ağzından çıkan ilk söz bir euzü besmeledir. Ey Rahman veRahim olan Allah’ım, annem beni yetiştirdi bu mektebe yolladı, okuyupyetişip, milletime hizmet etmek istiyorum dermişçesine bir besmeledir,Ali Arslan'ın ağzından dökülen..
Birbirininardısıra gelen ilkokul ve Rüştiye yılları ve her biri birbirinden dahadeğerli Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asim Bey, Ragıp Tüzün Bey,Turgut Bey, Osman Zeki Bey ve Faiz Kaymak gibi Türklük ve Türkçülükşuuruyla bilenmiş birer hançer olan hocalarından feyz alır. Onlar Onamüfredatın yanısıra Kıbrıs Türklerinin yalnız olmadığını Devlet-i âliOsman bakiyesi hür ve müstakil Türkiye'nin yanısıra yeryüzündekendileri gibi bahtsız esaret altında milyonlarca Türk olduğunu daöğretirler. Dahası Osman Zeki Bey Ali Arslan'ın adini adeta senin adin"Alparslan olsun" ve Sultan Alpaslan'a denk bir yiğit Türk ol, diyerekdeğiştirir.
KüçükAlparslan’ın doğup, yetiştiği o yıllarda, Piyale Pasa yadigârı Kıbrıs,sevgili Yeşilada'mızın tamamı İngiliz işgali altındadır ve Türk'ünistiklâlini kaybetmesinin ne demek olduğu Onun ruhunun derinliklerineşuurunun uyanmağa başladığı günden, çocukluk yıllarının başlangıcındanbaşlayarak siner. O her gece Türkiye'ye gidip asker olmayı ve gelipata-baba ocağını kurtarmanın düşüyle uyur, uyanır.
Yıl1933 ve Alparslan’ın artik işgal altında, esaret altında yasamayadayanacak gücü kalmamıştır. Babası Ahmet Hamdi Bey'i ve Annesi FatmaZehra Hanım’ı ikna eder, aile mallarını satıp savar yanlarında oğullarıAlparslan ve kızları Dervişe olduğu halde, ak toprakların, hürtoprakların, Türk'ün Türk olduğundan utanmadığı, boynunun eğikolmadığı toprakların, anavatanın, Türkiye'nin yoluna düşerler; Viyanavapuru ve.. ver elini İstanbul...
Ailesiİstanbul’a yerleşince Alparslan’ın ilk isi Kuleli Askeri Lisesi'nekayıt olmak olur. Artık O yüreğinin Onu çağırdığı yerde ve düşlerininpeşindedir. O düşlerini düşleyen başkaları da vardır İstanbul’da...Derlenip toparlanmışlar, Türklük, Türkçülük ülküsünün O bir daha hiçinmeyecek olan bayrağını açmışlardır. O Yüce Dilek, O aziz Ülkü, Omuhteşem düşler, özellikle, bir Ülkü devi olan Atsız Hoca’nın canevinde, ocağında pişer ve sohbetlerle, şiirlerle, dergilerle,romanlarla mektuplarla Türk aydınlarının gönlüne cemre cemre düşmekteve yayılmaktadır. Onlarla tanışır, buluşur, Alparslan Türkeş.
Yıl1936 Kuleli Askeri Lisesi'ni pekiyi derece ile asteğmen olarakbitirince Ankara ve Harp Akademisi yılları baslar. 1938'de Harbiye'denmezun olur, artik O Türk Ordusu'nun genç bir teğmenidir ve TürkMilleti'nin emrindedir.
Yıl1940 Isparta'da gönlünü Muzaffer Ana'ya kaptırır ve evlenirler. Ayzit,Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul adli çocuklarlaçiçeklenir bu evlilik ve bozkurtların Muzaffer Ana’sının 1974 yılındaelim kaybından sonra 1976 yılında, Sevâl Hanım’la yaptığı ikincievliliğinde de Tanrı Onu Ayyüce ve Ahmet Kutalmış adli iki evlât dahavererek sevindirecektir.
Yıl1944 3 Mayıs.. Ankara'da eski tabirle bir nümayiş yani gösteri veyayürüyüş vardır. Türk'ün, Türklüğün ölmediğini, ölmeyeceğini ve yükselenTürkçülük bayrağının bir daha hiçbir şekilde inmeyeceğinigösteriyorlar. Hem dosta hem düşmana... hem devlet hizmetindekigafillere hem de yurda sızmaya çalışan hainlere, Asya bozkırlarındayaratılan bozkurt soyluların bozkurt torunlarının, bir kaç çakalın günübirlik menfaatleri için göz yumdukları kızıl yılanın farkında ve onunbaşını ezme azminde olduklarını gösterirler.
Şâirinöz yurdunda garipsin, özyurdunda parya dediğince tutuklanırTürkçüler... Devrin dalkavuk iktidarının uyduruk nedenlerle açtığıTürkçülük-Turancılık Davası baslar. Türkçüler tabutluklara atılırlar,işkencelere uğrarlar. Türkiye'de Türk Milliyetçisi olmanın bedelidirbu... Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş’te bunlar arasındadır. 20 Ekim1944'te kendisini "vatan hainliği" suçlamasıyla sorgulayan mesnetsizSavcıya "Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir.Bunu şiddetle redderim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi vevatanimi severim." diye haykırır. Ancak mahkeme tarafından, 9 ay 10 günhapis cezasına çarptırılır ve bir yıldır hücre hapsi yattığı içintahliye edilir. Kendisine verilen cezada daha sonra Askeri Yargıtaytarafından bozulur ve 2. numaralı mahkemede beraat eder. Bu onun TürkMilliyetçisi olduğu için zindanlara ilk atilisidir ve sonolmayacaktır. Ülkücü olmak çileye talip olmaktır, nimete, ikbale değil.O da Türklük Ülküsü için zaman zaman şiddeti artan çileyi bir ömür boyubir an bile tereddüt etmeksizin ve yakınmaksızın, çekmiş ve çileçekmeyi şeref bilmiştir.
Yıl1947 Alparslan Türkeş ve 15 diğer Türk subayı, A.B.D. Kara HarpAkademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık bir süre eğitim görürler. Buarada ülkemizden Kars ve Ardahan civarıyla Boğazlardan üs talep edenSovyetler Birliği’nin Komünizm maskesi ardına saklanmış, o eski vedeğişmez "Moskofluğu" ayan beyan ortaya çıkar. Bu atmosferde yurdadönen Alparslan Türkeş Gelibolu ve Çankırı’daki görevlerinden sonra1951 yılında Kurmaylık sınavını kazanır ve 1955 yılında HarpAkademisi'nden Kurmay Binbaşı olarak mezun olur.
Yıl1955 dış görev için açılan sınavı kazanarak A.B.D. Pentagon'da NATOTürk Temsil Heyeti üyeliğine atanır. Bu arada ... ÜniversitesindeUluslararası Ekonomi eğitimi görür. 1957 yılında Türkiye'ye döner.
1959 yılında Almanya'ya Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilir ve bu okulu basarıyla bitirir. O artik bir Kurmay Albaydır.
Yıl1960, tarih 27 Mayıs öteden beri örgütlenen ve memlekette kardeşkavgasını önleyerek bazı reformlar yapmayı hedefleyen Milli BirlikKomitesi'nin ülke yönetimine el koyduğunu açıklayan bildiriyi radyodanokuyan kişi ve "ihtilâl'in kudretli Albayı”dır. Kurmay Albay AlparslanTürkeş ihtilâl hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir.Bu vazifesi esnasında Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet istatistikEnstitüsü ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi kurum vekuruluşları kurar.
AncakMilli Birlik Komitesi arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle,13Kasim 1960'ta Kurmay Albay Alparslan Türkeş ve "ondörtler" olarakbilinen arkadaşları Komite'nin diğer üyelerince emekliye sevk edilerektasfiye edilirler ve zorla evlerinden alınıp yurtdışındagörevlendirilmek suretiyle sürgün edilirler. O da 19 Kasım’daTürkiye'nin Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla sürgünegönderilir.
1961-62 1963 yılına kadar 2,5 yıl, yönetimi elinde bulunduranlarca Alparslan Türkeş’in Türkiye'ye dönmesine müsaade edilmez.
Yıl 1963 tarih 23 Mart Alparslan Türkeş sürgünden yurda döner.
Dava arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla "Huzur ve Yükseliş Derneği" adli bir dernek kurar.
Kısabir süre sonra Talat Aydemir'in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığıiddiası ile tutuklanır ve Mamak Askeri Cezaevinde dört ay hücrehapsinde yatar, yargılanır ve beraat eder.
Tarih 31 Mart 1965 saat 11.00 de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne katılır.
Tarih1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Büyük Kurultay’ındaGenel Başkanlığına seçilir. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankaramilletvekili seçilir.
Yıl1969 Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin adi Milliyetçi HareketPartisi amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. O yıl yapılan genelseçimlerde Adana milletvekili olarak seçilir.
İlki,31 Mart 1975 -13 Haziran 1977 yılları arasında ve ikincisi de 1 Ağustos- 31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığındakurulan koalisyon hükümetlerinde MHP Genel Başkanı olarak, BaşbakanYardımcılığı ve Devlet Bakanlığı yapar.
Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği ve diğer mesleki örgütlenmeler baslar.
1968Yılından itibaren Marksist ve bölücü gençlik hareketleriüniversitelerde yuvalanır ve üniversite özerkliğinden istifade ederekburaları silah, cephane deposu haline getirerek "Komünist Devrim" içinüs haline koyarlar. Üniversiteler işgal altındadır. Her yer Lenin'inStalin'in Mao'nun resimleri ve komünist sloganlarla doludur. Komünistyeraltı örgütleri "şehir gerillası" mı "kır gerillası" mi tartışmalarıyapmakta okullara kendilerine tabi olanlardan başka hiç kimseye hayathakkı tanımamaktadırlar. Bunun üzerine Başbuğ Alpaslan Türkeş toplanançok az sayıdaki gence verdiği seminerlerle onları komünizm konusundaaydınlatmaya ve alternatif olarak da Türk Toplumculuğunu, TürkMilliyetçiliğini anlatır. Kısa zamanda çoğalan gençler örgütlenmeyebaşlarlar. Doktriner Türk Milliyetçiliği safhası başlamıştır. TürkMilliyetçileri Dokuz Işık, dokuz prensip etrafında toplanırlar.
Bugelişmelerden rahatsız olan Türklük ve Türkçülük düşmanları özelliklede Komünist örgütler kendilerine okulda, fabrikada, köyde, kentte,dağda her yerde ama her yerde karşı çıkıp mücadele eden ÜlkücüHareket'e karşı savaş ilan ederler ve 12 Eylül 1980'e kadar 5000civarında Ülkücüyü şehit ederler. Devlet'in zaaf içinde olduğudüşünülen "zinde güçlerdi bir şeylerin yani ihtilâlin şartlarının"olgunlaşması" için daha fazla kanın akmasını beklemektedirler.
Başbuğiçin 1978, 1979, 1980 yılları bir çoğunu bizzat kendisinin yetiştirdiğibinlerce ülküdaşının Komünist çetelerce katledildiğini gördüğü, kanağlayan bir yürekle her şeye rağmen kaybetmediği soğukkanlılığıyla biriç savaşı önlediği ızdırap dolu yıllardır.
12Eylül 1980 sabahı pusudakiler yeterince olgunlaşan şartların neticesiihtilâllerini yaparlar. Başbuğ Alparslan Türkeş ve Türkiye'nin komünistbir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücü Hareket sanıksandalyesinde, idam sehpalarındadır. Mamaklar ve C5'ler bu sürecinşekillendiği mekanlardır.
Başbuğ12 Eylül'den üç gün sonra teslim olur. Cunta tarafından tutuklananBaşbuğ, önce 1 ay Uzunada'da daha sonrada Ankara Askeri Dil Okulu'ndave hastalandığı dönemde de Mevki Hastahanesi’nde 4,5 yıl hapis yatar. Ove 218 Ülkücünün idamı istenir, 9 Nisan 1985'de tahliye olur ve beraateder.
Tarih 6Eylül 1987.. Yapılan referandum neticesi diğer siyasilerle birlikteBaşbuğ’a da konulan siyaset yapma yasağı kalkar ve Başbuğ Milli Ülküyüiktidar yapmak davayı kitlelere anlatmak için yine meydanlardadır.
Tarih 4 Ekim 1987.. Milliyetçi Çalışma Partisi olağanüstü kongresinde Genel Başkanlığa seçilir.
Tarih20 Ekim 1991.. Genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçimittifakı neticesi Yozgat milletvekili seçilir. Başbuğ, son kezT.B.M.M.dedir. Bu dönemde ülkemizi kasıp kavuran bölücü teröre karşı enetkili mücadeleyi O gerçekleştirir.
Tarih27 Aralık 1992.. Oniks Eylül'ün kapattığı partilerin tekraraçılabilmesini sağlayan değişiklikler neticesi toplanan MHP'nin sonkurultay delegeleri, MHP'nin isim ve amblemini MÇP'nin kullanabilmesinekarar verirler.
Tarih 24 Ocak 1992 MÇP'nin 4. Olağanüstü kurultayı toplanır ve partinin adini MHP amblemini Üç Hilal olarak değiştirir.
Yıl 1997... tarih 4 Nisan...